Zamanın Yavaş Aktığı Bir Coğrafya; Batı Karadeniz…

Yaklaşık 20 yıldır mevsimlik tarım işçileri ve onların çocuklarıyla ilgili sorunları ele alıp çeşitli araştırmalara katılarak araştırma sonuçlarının yaygın olarak duyurulması, çalışma ve yaşam ortamlarının insana yakışır hale getirilmesi konusunda Kalkınma Atölyesi Kooperatifi ekibiyle birlikte uğraş veriyoruz. Ağustos ayının başında, Zonguldak iline bağlı Alaplı ilçesi ile Sakarya iline bağlı Karasu ilçesine fındık toplamaya başka illerden gelen mevsimlik gezici tarım işçilerine farkındalık ve duyarlılık oluşturmak amacıyla eğitimler verdik. Eğitimin ikinci bölümü de Kurban Bayramı’ndan sonra Ordu ilinde devam edecekti. Dolayısıyla Akçakoca’dan Ordu’ya kendi arabamla gitmeye karar verdim. Bayram süresini de fırsat bilerek hem dinlenme hem de kaçıncı kez yaptığımı hatırlamadığım Batı Karadeniz kıyısından Ordu iline uzun bir yolculuk planladım.

 

Öncelikle bir gece Yedi Göller Milli Parkı’nda çadırda konaklamaya karar veriyorum. Çok uzun yıllar bunu hayal etmiştim. Ancak bir türlü kısmet olmamıştı. Akçakoca’dan milli parka gitmek için farklı bir yol seçtim. Alaplı üzerinden önce Düzce’nin Yığılca ilçesine gidip oradan Yedigöller Milli Parkı’na gitmeyi planladım. Ancak rotamı gösteren cep telefonum, haritam Yığılca’dan ormanların içinden milli parka herhangi bir yolun olmadığını gösteriyor. Yığılca ilçesini de çok merak ediyorum. Çünkü bir orman mühendisi olarak bu ilçenin yoksul bir ilçe olduğunu, arazisinin eğimli, çoğunlukla kayalık ve ormanlarla kaplı olduğunu biliyorum. Bir de bu ilçenin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi de oldukça düşük. Hemen hemen tüm Türkiye ilçeleri arasında sonlarda yer alıyor. Yaklaşık 16 bin kişinin yaşadığı bu ilçede nüfusun çoğu hâlâ köylerde. Sürekli göç veren bir ilçe konumunda olan Yığılca’nın kalkınması için 1970’li yıllarda eski Orman Köyleri Kalkındırma Genel Müdürlüğü tarafından çeşitli kalkınma projeleri uygulandığını da biliyorum. Bir de genellikle yolculuklarımı çok az kişinin gittiği yollardan yapmayı tercih ediyorum. Bunun zaman zaman riskler taşıdığının farkındayım. Yolların bozuk olması, araçta herhangi bir arıza durumunda tamirciye ulaşımın zor olması gibi... Olsun, ben yine de kimsenin pek gitmediği Akçakoca-Alaplı-Yığılca-Yedi Göller Milli Parkı yolunu tercih ediyorum. Alaplı’dan 33 kilometrelik zorlu bir yolla bir saatte önce Yığılca’ya varıyorum. Yolda o kadar çok kamyona rast geliyorum ki, bir türlü nedenini anlayamıyorum. Daracık ilçe yolunda zaman zaman karşımdan gelen kamyonlardan dolayı zor durumda kalıyorum. İlçeye vardıktan sonra akşam yemeği ve sabah kahvaltısı için maketten ve fırından ihtiyaçlarımı alıyorum. Sonra kimsenin pek tercih etmediği 44 kilometrelik ve çoğu orman köyleri içinden geçen milli parka doğru yola çıkıyorum. Bir süre sonra ortalıkta benden başka kimsenin olmadığını ve ormanın içinde yol aldığımı görüyorum. Neden kimsenin bu yolu tercih etmediğini anlıyorum. Yol o kadar bozuk ki, gidilecek gibi olmadığını ve acilen yolun onarılması gerektiğini düşünüyorum.

 

Yığılca’dan sonra tabelaları izleyerek yol alıyorum. Harika ormanlarla karşılaşıyorum. Acaba burada kaç ayı, geyik ve diğer yaban hayvanları yaşar diye düşünüyorum. Çünkü o kadar kesintisiz ki ormanlar, ayıların ve diğer memelilerin yaşaması için oldukça büyük. Bir de onların besleneceği farklı ağaç türleri mevcut.

 

Yedi Göller Milli Parkı adı üzerinde içinde yedi gölü olan bir milli park. Koruma altında bir yer. 16 bin dekar büyüklüğünde... 1965 yılında milli park statüsüne kavuşmuş.  Bitki örtüsü o kadar zengin ki, ormanın hâkim ağacı kayın. Kayın ağacına bayılıyorum. İhtişamlı gövdesi, harika yaprakları ve gökyüzünü kesen tepesiyle en sevdiğim orman ağaçlarından biri. Kayın ormanlarında bir dolaşın, ruhunuza çok iyi gelecek.

 

Kayın ağacının Türk mitolojisinde ki yeri ayrıdır. Türklerin ortaya çıkışında köken mitlerinden biri olarak kayın ağacı gösterilmektedir. Bu nedenle kayın ağacı Türkler tarafından kutsal kabul edilir. Kayın sözcüğü Türk dillerinde yaygındır ve aynı şekilde kayının kadın anlamına gelmesi onu doğurganlığın simgesi konumuna getirmektedir. Milli Parkta kayın ağacının yanında gürgen, kızılağaç, karaçam, sarıçam, köknar, karaağaç, ıhlamur, meşe ve maalesef tahta kaşık üretmekten dolayı sayıları hızla azalan porsuk ağacı da bulunmaktadır. Otsu ve çalı türünde ise onlarca tür mevcuttur. Ayrıca geyik, karaca, ayı, domuz, kurt, tilki ve sincap gibi hayvan türleri yaşamaktadır.

 

Zorlu bir yolculuktan sonra milli parka varıyorum. Kısa bir mesafe olmasına karşın Akçakoca’dan itibaren 99 kilometre yol almışım. Biraz dinlendikten ve çevreyi gezdikten sonra Derin Göl’de çadırımı kurmaya karar veriyorum. Henüz ortalık çok kalabalık değil. Bayram nedeniyle tercih edilmediğini düşünüyorum. Çevrede yaklaşık 10 çadır var. Ben de bir kayın ağacının altına, düz bir yere küçük çadırımı kuruyorum. İçine yerleşmem yarım saat sürmüyor. Dinlemeye hazırım. Dinlendikten sonra yeniden çevre yürüyüşüne çıkıyorum. Kayın ormanında yürümek bana iyi geliyor. On günlük yoğun eğitimin ardından ormanda olmak, sesten, kentten uzak olmak çok rahatlatıcı. Bol bol fotoğraf çekiyorum, gölü besleyen buz gibi suya ayaklarımı sokuyorum. Su o kadar soğuk ki, uzun süre kalamıyorum. Gece soğuk geçecek. Akçakoca’da 30 derece olan hava sıcaklığı, milli parkta 20 dereceye düşüyor.

 

Hızlıca basit bir akşam yemeği hazırlıyorum ve gece aydınlatmam olmadığı için erkenden çadırıma giriyorum. Gece yarısı çadırın dışından sesler geliyor. Uyanıyorum... Çadır kurmaya, hem de benim çadırın dibine, birileri gelmiş. Hayatlarında sanırım ilk kez çadır kuracaklar. Acaba çadır kurarken rahatsızlık verir miyiz diye düşündükleri yok. Gece uykum bölünüyor ve hiç ses etmiyorum. Doğanın, ormanın, serinlemiş havanın ve bol oksijenin yerine getirdiği keyfimi bozmak istemiyorum. Bir süre sonra sesler kesiliyor. Gece hafif üşüyorum. Uyku tulumunun üzerine battaniyemi alarak biraz ısınıyorum.

 

Sabah yine komşu çadırlardan gelen sesle uyanıyorum. Sıcak su alıp kahvemi içiyorum. Toparlanıp yola çıkma zamanı. Milli parktan çıkıp Ordu-Ünye’ye Batı Karadeniz kıyısından gideceğim. Bayılıyorum bu kıyıya. Ormanla denizin birleştiği, hâlâ dokunulmamış ender kıyılardan. Umarım kimse dokunmaz.

 

 

Milli parktan Bolu’nun yemekleriyle ünlü Mengen ilçesi yönünde yol alıyorum. Yollar yine tamire muhtaç. Uzun süre toprak yoldan gidiyorum. Olsun... Bir yanda gürül gürül akan dere ve onun çevresinde ormanlar... Uzun süre bu şekilde yol alıyorum. Akçabey köyünün yakınlarında kuzeye doğru, Bolu Çayı’nın yanından Zonguldak iline bağlı ve bastonuyla ünlü Devrek yoluna doğru yöneliyorum. Kahvaltı yapmadığım için Yeşilada köyünün girişinde bir kahvehanede mola veriyorum. Bu tür kahvehanelerde mutlaka simit vardır. Simit ve çay söylüyorum. Kahvaltı yaparken başlıyorum köylülerle sohbet etmeye. Yılların getirdiği deneyimle, profesyonel hayatımın hemen hemen tamamı kırsal alanda araştırmalarla geçti, arka arkaya sorularımı sıralıyorum. Burada ne yetişir? Köyün temel geçim kaynakları nelerdir? Bolu Çayı’nda balık avlıyor musunuz? Köyde madenden emekli çok mu? Uzun bir sohbet ortamında onların sorularıyla devam ediyor. Nereliyim? Nereye gidiyorum? Ne iş yapıyorum?

 

Biraz dinlendikten sonra yola çıkıyorum. Hedefim öncelikle Devrek’e gitmek. Yol sakin, çayın kenarı harika. Her tarafım ağaçlarla kaplı. Bu tür yollarda araç kullanmayı çok seviyorum. Yol alırken karşıma Çıplaklar diye bir köy tabelası çıkıyor. Yol alma ritminden dolayı köyde durmuyorum. Ama köyün ismini merak ediyorum. Bu köyün adını neden Çıplaklar koymuşlar diye. Çok alışıldık bir isim değil. Hemen kısa bir internet araması yapıyorum ve bu merakım gidiyor.  Burası aslında Devrek ilçesinin Yağmurca köyüne bağlı bir mahalleymiş. Köyün isminin verilişinin iki ayrı hikâyesi varmış. Bunlardan biri köyün sokaklarında çıplak dolaşan bir kişiye atfen köyün isminin verildiği, diğeri ise, köyde çıplak soy isimli birçok ailenin bulunması. Köylüler bu isimden dolayı herhangi bir rahatsızlık duymuyorlarmış.

 

Devrek ilçesine varıyorum. Türkiye’de ilçelerin girişine genellikle o ilçenin ünlü ürünü veya meyvesinin büyük ölçekli heykelleri dikilmektedir. Kırşehir-Kaman ilçesine cevizi, Denizli Kale ilçesine biber, Aydın iline incir, Malatya’ya kayısı, Manisa-Alaşehir ilçesine üzüm gibi Devrek ilçesine de devasa baston heykelleri dikilmiş. İlçeye girer girmez hemen anlıyorsunuz burada bastonun meşhur olduğunu. Baston üretiminde yüzyıldan fazla geçmişi olması sebebiyle baston denilince akla hep Devrek gelir. Devrek’te hiç durmadan Çaycuma ilçesi üzerinden Bartın iline varıyorum. Kurban Bayramı nedeniyle burada yollar yoğunlaşıyor. Dikkatli gitmek ve trafik kurallarına sıkı sıkıya uymak gerekiyor.

Bartın,  tarihin her döneminde Batı Karadeniz’in önemli bir yerleşim birimi olmuştur. Üç bin yıllık geçmişe sahip bu kentte çok şiddetli yağmurlar sebebiyle kenti sular altında bırakan Bartın Çayı ile anılır. Bir de denizden iç kesimlere doğru gemiyle gidilen ülkemizdeki tek çaya sahiptir. Bartın denilince benim aklıma ilk olarak 1924 yılında yayın hayatına başlamış ve 95 yıldır aralıksız yayınlanan Bartın gazetesi gelir. Tarihiyle, kıyılarıyla, günümüzün turistik kentlerindendir.

 

Bartın’ı geçince özellikle Ankaralıların hafta sonu gezmek için rağbet gösterdiği Amasra’ya yukarıdan bakarak Çakraz’a doğru yol alıyorum. Çakraz plajları, koylarıyla meşhur bir yer. Tekne turlarıyla buraları gezmek mümkün. Turistik yerleşim bölgesi haline gelen yörede çok sayıda pansiyon ve küçük oteller var. Çakraz’da yol üstü bir yerde öğle yemeğimi yiyorum. Batı Karadeniz yolu hem dar hem de çok virajlı. Bazen saatteki hızım 25-30 kilometreye kadar düşüyor. Olsun, sol tarafım deniz, sağ tarafım orman.

 

Önümde Kurucaşile var. Kurucaşile denilince akla ilk gelen geleneksel ahşap tekne yapımı ve ustaları oluyor. Bu el sanatı yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip ve hâlâ devam ediyor. Yolun kıyısında birçok ahşap tekne imalat atölyeleri görmek mümkün. Zaten Türkiye’de meslek lisesi bünyesinde ilk Ahşap Yat Tekne Bölümü bu ilçede açılmış.

 

Kurucaşile’den Cide’ye doğru yol alıyorum. Cide bilindiği gibi ‘Hababam Sınıfı’nın yazarı Rıfat Ilgaz’ın memleketi. Yol alırken birçok yerde Küre Dağları Milli Parkı giriş tabelası görüyorum. Küre Dağları Milli Parkı Türkiye’nin en büyük milli parkı konumunda.  Yarısı Bartın, yarısı ise Kastamonu ili sınırları içinde yer alıyor. Milli Parkın büyüklüğü 34 bin hektar (340 bin dekar) olup 134 bin hektarlık (1 milyon 340 bin dekar) tampon bölgesi bulunmaktadır. Çevresinde 8 ilçe, 123 köy yer alır. Türkiye’de korunması gereken dokuz sıcak noktadan (hot point) biridir. Bu park Avrupa’nın seçkin milli parklar ağının bir üyesidir. İçinde bulunan kanyonlarıyla, bitki ve hayvan çeşitleriyle, dereleri, kırsal yerleşimleri, tarihi yerleriyle doğa ve kültürel koruma bakımından önemi çok yüksektir. Zamanım olsa günlerce bu parkı gezmek isterim. Bir gün mutlaka bu parkı gezmek için uzun zaman ayırıp doya doya gezeceğim.

 

Cide yolu üzerinde meşhur Gideros Koyu bulunur. Adeta doğal bir liman gibi. Binlerce yıl önce buraya gelmiş insanlar bu koyun çevresine yerleşmişler. Koy, onları adeta bağırlarına basmış. Aslında o koya inmek, çevresinde gezmek ve içinde yüzmek istiyorum. Ama yolum uzun...

 

Cide’de biraz dinlendikten sonra inişli çıkışlı ve virajlı yollardan gidiyorum. Bir süre sonra arabanın altından bir ses geliyor. Sanırım egzoz borusu bir yerden kopmuş. En yakın ilçeye gidip tamirciye yaptırmalıyım. Doğanyurt ilçesinin girişinde jandarma rutin güvenlik kontrolünü yapıyor. Jandarmaya bir tamirci soruyorum. Doğanyurt ilçesi o kadar küçük ki, tamirci bulmanın mümkün olmadığını ifade ediyorlar. Köyleriyle birlikte 6 bin kişinin yaşadığı bu ilçe kestane balıyla meşhurdur. Sese katlanarak İnebolu’ya kadar gidiyorum.

 

İnebolu’ya ilk geldiğim yılı anımsamaya çalışıyorum. Beni en çok köy pazarı ve ahşap konakları etkilemişti. Hemen bir egzoz ustası bularak hızlıca tamir ettiriyorum. Onunla bayramlaşıp yola çıkıyorum. İnebolu’dan sonra denizi daha sık görür oluyorum. Yolum Abana’ya doğru. Sahilleriyle meşhur Karadeniz kıyı ilçesi. İlçenin içinde o kadar uzun bir sahili var ki... İnebolu’ya gelirken yine gözüme bir köy tabelası takılıyor: Erkekarpa. Yolculuklarda bu tabelalara önem veriyorum. Köy isimlerinin anlamını, nereden geldiklerini düşünüyorum. Ancak bu ismin nereden geldiği hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamıyorum.

 

Abana’dan sahil yolundan yine Kastamonu’ya bağlı Çatalzeytin ilçesine doğru yol alıyorum. Yavaş yavaş Sinop il sınırlarına yaklaşıyorum. Zaman zaman durup dinleniyor, fotoğraf çekiyorum. Yol kenarlarında durup çay içiyorum. Bir de yabancı plakalı araçların çokluğu dikkatimi çekiyor. Özellikle Alman plakalı araçlar yoğunlukta. Yıllar önce bu yörelerden Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesine çalışmak amacıyla göç edildiğini biliyorum. Bu durum aynı zamanda yörenin de yoksulluğunun bir göstergesi. Batı Karadeniz orman köylerinin çok olduğu ve gelir kaynaklarının sınırlı olduğu bir bölge. Hem yurt içine hem de yurt dışına çok göç vermiş ve hâlâ da göç veriyor.

 

Türkeli’nin içinden hızlıca geçerek kestanesiyle meşhur Erfelek üzerinden ilerliyorum. Hava da yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Aslında Ayancık’a uğrayarak biraz daha uzun bir yoldan gitmek istiyorum. Ancak zamanım yok. Ayancık deyince aklıma bundan yaklaşık 75 yıl önce yöre ormanlarını işleten yabancı sermayeli Zingal AŞ geliyor. Yörede Zindan ve Çangal ormanlarının işletmesini yapan ve ismini bu iki orman alanından alan Zingal AŞ, ormanları o kadar kötü işletmiş ki sözleşmesi hükümet tarafından fesih edilmek zorunda kalınmış. Bundan 75 yıl önce ormandan kestikleri ağaçları Ayancık limanına transfer etmek için orman içlerine kadar dekovil hattı döşemişler. Ayrıca havai hat ile de büyük tomrukları denize kadar indirme olanağı bulmuşlar. Zamanın en ileri teknolojilerini kullanmışlar.

 

Erfelek’e vardığımda hava kararmıştı. Artık Ünye’ye durmadan gitme zamanı. Fındık toplama zamanı da başladı. Birkaç gün fındık toplayıp Kurban Bayramı’nı orada geçireceğim. Daha sonra da Ordu’ya geçip mevsimlik gezici tarım işçilerine yönelik düzenlenen eğitimlere katılacağım.

 

Zamanın yavaş aktığı bu coğrafyaya mutlaka gelin. Eşsiz ve sessiz koyları, milli parkları, dereleri, dağları, köyleri, ormanları, kanyonları ve en önemlisi sizi her zaman bağrına basacak insanlarıyla buluşun. Onlarla sohbet edin, dertlerini dinleyin. Ağaçların gölgesinde oturun, ormanların sessizliğini hissedin. Kamp kurun, çadırda geceleyin. Henüz bozulmamış Karadeniz’in bu güzelliğini doyasıya yaşayın.

Yazı Ve Fotoğraf
Ertan Karabıyık