Yörünge Dağarcığı

Seyahat edemeden geçirdiğim en uzun dönem… Birçoğumuz ile aynı kaderi paylaşıyoruz. Ama bizi diğer insanlardan ayıran kocaman bir özelliğimiz var. Anılar… Kafamın içindeki güzelliklerle seyahat etmeden beş ya da altı ay daha idare edebilirim sanırım. Bu yazıda en son gezdiğim yerlerden yakın zamanda döndüm diyebilmeyi çok isterdim. Ama dünya ciddi bir sınav veriyor. Bu sınav bitene kadar anılara sığınmaktan başka çaremiz de yok. Sizlere bu yazımda Türkiye’nin nefis yerlerinden bahsedeceğim. Hazırsanız başlayalım…

İstanbul’un en güzel manzarası neresi? İstanbul’a en güzel nereden baktınız? Galata Kulesi? Süleymaniye Cami? Bebek? Hayır, hayır hiçbiri. Size bir çift göz bırakıyorum. Bakmaya doyamadığımız güzel İstanbul’a bir de bu gözle bakın. Boğaz’ın enfes görüntüsüne, vapurların su üstünde kuğu gibi süzülüşüne…

Birinciliği Topkapı Sarayı’na veriyorum. Tarihsel üstünlüğü ve yaşanmışlığı da cabası. Topkapı Sarayı’nın her karışını gezmiş biri olarak söyleyebilirim ki muazzam bir mimari. Peki, balkonundan hiç baktınız mı?

Beyoğlu’na giderseniz İstanbul şımarık bir çocuk, Sultanahmet’te olgun bir adam, Kız Kulesi’nde naif bir genç kız. Ama Topkapı Sarayı’nın balkonundan baktığınızda; dünyanın en iyi ressamından, en özel renkler kullanılarak çizilmiş, dünyanın en değerli tablosu… Buraya her geldiğimde manzaranın keyfini çıkartmaktan fotoğraf çekmeyi unutuyorum.

İkincisi: Salt Galata… Burayı bilen çok az insan tanıdım. Tarihi Osmanlı Bankası binası. Bankalar Caddesi’nde dev bir taş bina. Taş oymalarına her gittiğimde bir kez daha hayran oluyorum. Şu an burası bir kütüphane, aynı zamanda çeşitli sanatsal aktivitelere de ev sahipliği yapıyor. Her katında İstanbul’dan bir tık daha yükseliyorsunuz. Üçüncü katındaki kamara penceresini andıran yerden baktığınızda ise bingo… Galata Köprüsü, Eminönü, Süleymaniye Cami, kısacası tarihi yarımada sere serpe gözlerinizin önünde. Bu manzaranın dinlendirici bir etkisi var. Burada zaman geçirmeyi çok seviyorum.   

İstanbul’a ne çok uzak ne çok yakın Şile’ye doğru yol alıyoruz. Aniden tatil ruhuna bürünüveriyorsunuz burada. Kafa dinlemek için, manzaraya karşı bir fincan kahve içmek tercihlerim arasında... Pazarına denk gelirseniz ne âla. Sünger Bop Kalesi’ni, Meşhur Şile Feneri’ni, karakterli kayalardan oluşan plajlarını doyasıya gezin. Minik bir caddesi var, çarşı burada konumlanmış. Şile köftesi yiyebilir, Beyoğlu Pastanesinin nefis dondurmalı profiterolü ile taçlandırabilirsiniz.

Karadeniz’e yaklaşmışken rotamızı hiç bozmadan Doğu Karadeniz’e doğru yol alalım. Karadeniz benim için kesinlikle Rize ve Artvin demek.  Fotoğraflardan aşina olduğumuz manzaralardan birine götüreceğim sizi. Yolumuz biraz uzun ama bulutların üstüne çıkmayı vaat ediyorum. Tamtamına 2400 rakım. Sabahın ilk saatlerinde Ayder üzerinden Huser Yaylası’na 4x4’le dört dörtlük bir yolculuk yaptık. Yaylaya uzanan yol her ne kadar tehlikeli olsa da sonuç buna fazlasıyla değdi. Burası aslında gün batımıyla ünlü. Fakat gün doğumu da en az batımı kadar güzeldi. Bir de koskoca yaylada yalnız olunca daha da güzelleşti. Baktığınız her yere gerçekten bakın çünkü sis durumu on saniyede değişebiliyor. Endemik bitkilerin üzerinde oluşan çiğ taneleri de objektiflerinize yansısın. Model gibi poz veren bitkiler burada fazlasıyla mevcut çünkü.

Keskin bir manevrayla bitki örtüsü değiştirip Kapadokya’ya doğru yol alalım.  Kapadokya günün her saatinde güzel, her mevsim güzel. Karlıyken başka, gün batımında başka, gün doğumunda bambaşka. Bazen dev bir noel ağacına benziyor, bazen de bembeyaz bir gelinlik giymiş gibi. Peki, peri tozu kaplı bu bacalara en güzel nereden bakabiliriz?

Paşabağ Vadisi’nde bölgenin en büyük peri bacalarını burada görebilirsiniz. İçlerine girebilir, zamanı geriye alabilirsiniz. Bu yapılar bize doğanın en güzel hediyesi. Volkanik kayalara yağmur damlaları düşüyor, milyon yıllar sonra şapkalı peri bacalarına dönüşüyor. Sihir gibi. Ören yerinde minik bir jandarma karakol binası var. Peri bacasını hizmet binasına çevirmişler çok da güzel olmuş. Burada günün her saati çok güzel. Akşamüstünü burada geçirip gün batımı için, kızıl vadiye geçiyoruz.

Başka bir gezegendeymiş gibi hissedeceğinize yemin edebilirim. Gökyüzü rengârenk. Yeryüzü kıpkırmızı. Kayalara yansıyan ışıklar inanılmaz güzel görüntüler oluşturuyor. Günü burada kapatma lüksünü muhakkak yaşayın.  Belki leziz Kapadokya üzümlerinden yapılmış bir şarap da eşlik eder size.

Bu dev açık hava müzesinden çıkıp Türkiye’nin Amsterdam’ı Eskişehir’deki 10/10’luk müzeye gidiyoruz. Burası OMM(Odunpazarı Modern Müzesi). Diğer modern müzelere kıyasla giriş fiyatı oldukça makul. Odun Pazarı’nda bulunan bu modern yapının şehrin vizyonunu ilerlettiği aşikâr. Utanmasam her hafta sonu gideceğim bir yer. İçindeki soyut metaforlar dışında mimari olarak da sizi oldukça etkileyen bir yer. Müzeye adımınızı atar atmaz odun kokusunu alıyorsunuz. Müze boyunca bu koku size eşlik ediyor. Müzedeki bir çok eser gerçekten muazzam ve orijinal. Fakat özellikle Tanabe Chikuunsai IV’ün bambu eseri inanılmaz. Bambudan yapılmış dev bir sarmal 15 metrekarelik bir alana sığdırılmış, müzenin üst katlarından da bu şahane eseri görebiliyorsunuz. Ülkemize böylesine güzel bir değeri, çağdaş sanatı kazandıran herkese gerçekten teşekkürler.

Kültüre ve sanata doyduktan sonra bu içsel yolculuğu güzel bir Akdeniz akşamüstü ile kapatmak istiyorum. Hepimizin bu aralar en çok özlediği şey aslında. Güneş denize doğru batarken, manzaraya karşı belki bir kitap okumak. Ya da sonuna kadar anın tadını çıkarmak. Antalya’dan Demre’ye doğru giderken, sizi doğanın kucağına fırlatacak bir kavşak var. Evet, burası Olympos. Tatil için muhakkak hayatınızda bir kez de olsa uğrayın. Tüm dış etkileri Olympos girişindeki tabelanın yanına bırakıyorsunuz. Hırs, para, kıskançlık hepsi orada kalıyor. Burası bir kapital. Kendi halinde. Öncelikle kendinize konaklamak için güzel bir ağaç ev bulun. Akşamları kamp ateşi etrafında kahve içebileceğiniz bir yer olmasına dikkat edin. Buranın bir özelliği var; plaja müze kartla giriyorsunuz. Çünkü Helenistik Dönem’den kalma bir antik kentten geçerek ormanın içine konumlanmış dingin denize ulaşıyorsunuz. Biz şanslıydık, antik kenti gezerken kazı ekibine rastlayıp onların peşine takıldık.  Kenti ortadan bölen bir ırmak var. Irmağın iki yakasını birbirine bağlayan köprünün bir ayağı halen ayakta. Burada doğanın kucağına doğru adımlar atın. Geçtiğiniz yolların güzelliği dışında sizi yolun sonunda bekleyen manzara gerçekten inanılmaz. 

Eve kapandığımız bu günlerde başında da söylediğim gibi insanı yaşatan şeyler hatıralardır aslında. İyi ki anılarımız var. Yoksa hayat daha dayanılmaz hale gelmez miydi?

Aslında evde de vakit geçirmek bir o kadar güzel. Evde vaktinizi daha da güzelleştirecek iki tane de film önerim var. Birincisi, altın madalyayı hak eden Into The Wild. Chirstopher Mccandless’in gerçek hayatından uyarlanan bu film, modern dünyaya uyum sağlayamayan bir gencin hazin sonunu anlatıyor. Gümüş madalya ise yine modern dünyadan sıkılıp, önceliğini yapmak istediği şeylere veren bir kadının hikâyesi: Eat, Pray, Love. Başrolde Julia Roberts’ın olması filmi daha da çekici hale getiriyor. Dil öğrenmenin, yemek yemenin, âşık olmanın ve farklı kültürlere entegre olmanın ne kadar özel bir şey olduğunu film gözlerimizin önüne seriyor.

Penelope Riley’in de dediği gibi “Mesele son durağın neresi olduğu değil, nasıl anılara ve yaşanmışlıklara sahip olduğundur.”

 

 

Yazı Ve Fotoğraf
Nur Nazıyok