Ürküten Cennet Venezüella’da Angel Falls

Caracas’a promosyon uçak biletim olur da durur muyum? 


Arkadaşım Mutlu diyor ki:

— Orası çok tehlikeli değil mi?

—Yoo, Kolombiya tehlikeli! diyorum, Sapiens de bile öyle yazıyor. 

Çok okuyan mı, çok gezen mi çok bilir demişler! Fransız arkadaşımın üvey annesi Venezüellalı, orada yaşıyor, ona soruyorum; kız e-mailde “Hemen biletini iptal et, ben Fransa’dan yiyecek yolluyorum.” diyor. Amaaan, Avrupalılar her şeyi abartır zaten... 

En iyisi geçen sene 6 ay sırt çantası ve çadırla Güney Amerika’yı gezen, Amazon’da yerlilerle maymun, fare yakalayıp yiyen, kısaca onlarla yaşayan Metin’e sorayım ben: “Sakın Caracas’a çıkmayın! Angel Falls’a (Melek Şelalesi) gidin, oraya da turla gidin…” Nassı yani!!!


Angel Falls, dünyanın en yüksek şelalesi, Caracas’sa dünyanın 21 dakikada bir cinayet işlenen şehri! Caracas’ta inerken sevecen hostesimiz koluyla bizi körükte durduruyor:

— Burası Küba değil Caracas, yanlış yerde iniyorsunuz!..

— Yok valla, burada ineceğiz, diyoruz kocaman açılmış gözlerine bakarak. 

— Bizim şehre çıkmamıza izin vermiyorlar da!..


Caracas’tan Puerto Ordaz’a uçuyoruz. Uçakta Fanta var, cola var ama su yok! Ardından bir saat arabayla Ciudad Bolivar’a geçiyoruz ve geceliyoruz. Şoföre yol kenarında satılan papaya meyvesinden almak istediğimi söylüyorum ama durmuyor. Sonunda bizi kendi mahallesinde demir parmaklıklar arkasındaki manava götürüyor. Demirlerin arasından parayı uzatıyoruz, satıcı da papayayı.


Sabah bir buçuk saat süreyle dört kişilik bir uçakla ülkenin güneydoğusundaki Bolivar Eyaleti’nde bulunan Guyana ve Brezilya sınırındaki Canaima Millî Parkı’na Cesna tipi dört kişilik uçakla süzülüyorum. Burası UNESCO Dünya Kültür Mirasının bir parçası ve tek ulaşım uçak. Yanımda yumurta, pirinç, tuvalet kâğıdı, donmuş tavuk yani köyde ne lazımsa onlarla seyahat ediyorum. 

Altımdaki Carrao nehrinin, deltalarının ve dünyanın 700 km kare ile en büyük masa dağı Auyantepui’nin güzelliklerini anlatmama imkân yok. Venezüella, dünyanın 17 mega-biyolojik farklılıklar sunan ülkesinden biri ve And’lardan Amazon’a uzanıyor. Ayrıca dünyanın en endemik 20 ülkesinden biri, yani burada gördüğünüz bitki çeşitliliğini başka bir yerde göremiyorsunuz. 


Canaima havaalanında çalışanlar iki uçak arası maaile tombala oynuyor. Herkes masalarda, biri tombala sayılarını çemberde çeviriyor ve okuyor, diğerleri kartlarını kapıyor. Havaalanından camsız bir otobüs-kamyon arası bir taşıtla 6000 kişilik kasabadaki pansiyona gidiyoruz. Toprak yol kıpkırmızı, etrafta mango ağaçları ve uçuşan rengârenk papağanlar. “Pansiyonda sıcak su yok!” demiş miydim? Duvarlarda kurutulmuş jaguar postları asılı.


Rehberimiz Kaiko artık turistin gelmediğinden yakınıyor, bizi El Sapo Çağlayanı’nın arkasından yürütürken.  “Ayaklarınız ıslanacak, parmak arası tokyo giyin!” dediğinden ve bende de sadece çatlak bir tokyo olduğundan onunla yokuş aşağı taşların üstünden, düşmeden, dizlerim titreye titreye inmeye çalışıyorum sahile. 


El Sapo ve Hacha Şelaleleri’nin ortasındaki adanın adı Anatoliy. Adı Anadolu’yu çağrıştırıyor bize.  İsmi yerli dilindeymiş ama ne anlama gelir, nerden gelir bilen yok.


Bir gece dinlenip sabahına Angel Falls için yola çıkacağız. 

— Su falan alalım mı Kaiko? 

— Yok, teknede her şey var, diyor. 

Tekne deyince, Üsküdar vapuru gibi bir şey bekliyorum ama dört saat, 11 m boyunda, 1 m eninde el ile oyulmuş kanoyla 73 km rafting yaparak, taşların üstünden sekerek, mini çağlayanlarda akıntının tersine giderek, iç çamaşırıma kadar ıslanarak Angel Falls’a yakınlaşıyorum. Carrao nehri çay renginde, zira yapraklar düşüp çürüyünce bu rengi alıyor. Angel Falls 1002 m yüksekten dökülüyor ve su 807 m hiçbir yere değmeden iniyor. Burası hepi topu 1935’te keşfedilmiş.


Öğle yemeği için pudra pembesi kumla kaplı bir sahilde duruyoruz. Kaiko balık avlamanın peşinde. Parmaklarının arasına ekmek parçaları koymuş elini suya daldırmış, balıklar avucuna dolunca kapatıveriyor avucunu yakaladıklarını atıveriyor kayığa.


Kaiko: 

— Şimdi ormanda yürüyeceğiz, diyor. 

— Dünkü gibi mi? diyorum. 

— Daha kötü! diyor. 

Toprak gözükmüyor, her yer kök. Köklerin, kaygan ve yosunlu iri taşların, devrilmiş ağaçların üstünde bir saat yürüyoruz. Termitler yuvalarını toprak altına değil, ağaçların gövdelerine top gibi yapmış zira çok yağmur yağıyor buralarda. Tarzan’ın Aaaa aaa!” diye daldan dala atladığı sarmaşıklar film hilesi değil, gerçek! 

Rehberimiz, “Şimdi tırmanacağız.” diyor. Yukarı doğru bakıyorum, gökyüzü gözükmüyor, öyle dik. “Siz gidin, ben bekleyeceğim!” desem, ormanın ortasındayım kimi nerde bekleyeceğim. Bu resme Kaiko’nun geçen sene burada jaguar gördüğünü de eklersek… Yarım saatte, dört ayak tırmanıp şelaleyle yüz yüze gelip “Başardım!” diyorum. Bunun bir de dönüşü var elbet!


Konaklamayı merak ettiniz değil mi? Tur programında hamak yazıyordu ama Meksika’daki otelde de hamak vardı, “Öyle olsa gerek!” demiştim, ilk okuduğumda! Yalnız ortada otel gözükmüyor. Geri döndüğümüzde beraber geldiğimiz üç yerli, tavukları dallara geçirmişler ateşi yakmışlar, “manyok” denen kökü kaynatmışlar içiyorlar. Kafa yapan alkollü hâli mi, alkolsüz hâli mi bilemiyorum. Çardağın dört tarafı açık, altına hamakları kuruyorlar. Hepimiz aynı çardağın altında ormanın içinde uyuyacağız. Gece yağmur var, gece hayvan kükremesi var, gece soğuk var, ama gece ne yok? Elektrik! Neyse bir uyku tulumu koymuşlar. Sarınıp yatıyorum. Gece yarısı adamlar yatmaya geldiğinde etrafımızda dolaşmaya başlıyorlar. “Buraya kadarmış, Mehpare!” diyorum. Rehber beni dürtüyor, “Lady, lady, o benim uyku tulumum!..”


İki durak arası otobüs soygunlarının alışılmış olduğu başkentte, artık iki durak arası tren soygunları da görünmeye başlamış. Eskiden ekmek tüketmeyen et ağırlıklı beslenen Venezüellalılar artık ekmek kuyruklarındaki sıralarını satar olmuş. Evet, ürkütücü bir destinasyondu seçtiğimiz ama Prof. Dr. Orhan Kural’ın dediği gibi “Seyahat etmenin zevki, her tür zorluğa değer!”.


 

Yazı Ve Fotoğraf
Mehpare Sözener