
Macar kasabası
Szentendre, derginin baskıya gireceği bu ay içerisinde Avrupa Komisyonu'nun “Avrupa
Mirası Markası” ödülüne layık gördüğü on yerden biri oldu. Bu ayrıcalık Avrupa'nın
tarihine, kültürüne, gelişimine önemi ve katkısı bulunan yerlere veriliyor. Hazır
bu haber tazeliğini korurken, bu yazımda bu kasabaya gerçekleştirdiğim bir seyahatten
tadı damağımda kalan bir anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Szentendre’ye
Macaristan’ın başkenti Budapeşte’den hareket eden banliyö treniyle yaklaşık kırk
dakikalık bir yolculuk sonunda kolaylıkla ulaşılabiliyor. Buraya Tuna Nehri
üzerinden vapurlar veya kara yolundan şehirlerarası otobüsler de işliyor.
Kasabada on adet müze, altı adet de sanat galerisi var. Bunlar arasında Kovács
Margit Seramik Müzesi, Károly Ferenczy Müzesi, Milli Şarap Müzesi, Béla Czóbel Müzesi en başlıcaları. Erdész, Műhely ve Aktív Art isimli sanat galerinin de oldukça popüler olduğunu gördüm.
Kasabanın bu
entelektüel kimliği, sadece Doğu ile Batı, Balkan ve Karpat kültürleri arasında
değil, aynı zamanda Katolik ve Ortodoks mezhepleri arasında da asırlar boyu
başarılı bir köprü görevi görmesi sayesinde oluşmuş. Dolayısıyla kazandığı bu haklı
itibar ile de Budapeşte’ye gelen turistler için ziyaret edilmesi elzem bir yere
dönüşmüş.
Kuruluşu
Roma İmparatorluğu’na kadar uzanan kasabanın en bilinen yerleşimcilerinin
Osmanlı’nın Balkanlar’a hükmettiği dönemde oradan gelen Sırplar olduğu
söyleniyor. Zamanla Alman, Rumen kökenli halkların ve Kuzey Slavlarının da
buraya yerleşmeleri kasabaya çok kültürlü kimliğini kazandırmış. Öğrendiğime
göre, burada yaşayan Sırp nüfus “tek çocuklu aile” modelini benimsediği için
19. yüzyıldan itibaren Macarlar baskın nüfus haline gelmeye başlamış. Kasabada
fiyatlar başkent Budapeşte’ye göre çok daha uygun. Bu yüzden çok sayıda hediyelik
eşya mağazası bulunmakta. Benim en çok ilgimi çeken detay ise QR olarak
isimlendirilen barkod sisteminin günlük hayatın bir parçası haline gelmiş
olmasıydı. Kasabada ücretsiz sunulan internet hizmeti sayesinde afişlerin,
binaların, tabelaların üzerinde bulunan barkodları cep telefonu ya da tablet
aracılığıyla okutarak açıklayıcı ve yönlendirici bilgilere kolaylıkla
ulaşabilmek mümkün.
Sözünü
ettiğim sanat galerileri ve müzeler dışında beni özellikle meraklandıran bir
yer vardı Szentendre’de: Nostalji Müzesi. Sadece yetmişli ya da seksenli
yıllardan kalmış olduğu için çalışmadığı halde sakladığım irili ufaklı o kadar
çok şey var ki evimde, bu müzede bir zamanların canlı tanığı olan pek çok
objeyi bir arada görebilmenin heyecanıyla kasabanın diğer ucuna doğru koşar
adım yürürken buldum kendimi. Bir fincan kahve ve yanında bir dilim kek için
ödediğimden çok daha az bir bedel karşılığında tek kişilik müze giriş biletlerimizi
aldık. Özellikle çoğul ifade kullanıyorum; çünkü bu yolculuğumda Budapeşte’den
beri bana eşlik eden ve aynı neslin çocukları olduğumuz iki değerli Macar
dostumu da anmadan geçemeyeceğim.
Müze
müstakil bir ev gibi tasarlanmış. Hemen girişte sizi teneke oyuncaklar karşılıyor.
1940’lı yıllardan 1980’lerin sonuna kadar pek çok çocuğu mutlu etmiş,
genellikle de dar gelirli insanlar için tasarlanmış bu modellere bakarken âdeta
kendimden geçtim. Tabii bir zamanlar demir perde ülkesi olmanın getirdiği
ithalat yasağı da iç piyasalarda bu gibi basit ve düşük maliyetli oyuncak
üretimini özendirmiş. Hemen yanındaki odaya girdiğimde bu odanın tasarımını
görür görmez kendimi sanki bir teknik servisin atölyesinde gibi hissettim. İçeride
irili ufaklı aklınıza gelebilecek her tür cihaz ve eşya vardı: Dürbünler, lehim
yapmaya yarayan aletler, kulaklıklar, plakçalarlar, saç kurutma makineleri, kâğıt
delgeçleri, her boyutta radyolar, cep fenerleri, elektrik süpürgesi başlıkları,
televizyonlar vs. Buradaki her şeyi tek tek incelerken tanıdık bir şey çarptı
gözüme: bir adet Commodore 64 bilgisayar klavyesi! Çocukluğumda seksenli
yılların ikinci yarısında aynısından bende de mevcuttu, eski bir dostu uzun
sonra görmenin heyecanı beni benden aldı. Macar dostlarım da bir zamanlar
kendilerinin de sahip oldukları başka şeyleri görüp hemen aralarında koyu bir
sohbete daldılar
Gezmeye
devam ediyoruz, bu kez çalışma odası havası verilmiş bir odadayız. Burada bir döneme
ait kâğıtlar, bozuk paralar ve sigaralar sergileniyor. Duvara monte edilmiş ve
sadece raflardan oluşan eski bir adet kitaplık var ve raflarında dizili otuz,
kırk sene önce basılmış her yaş grubuna hitap edecek içerikte kitaplar
görüyoruz. Hemen yanında yetmişli yıllardan ilham aldığı anlaşılan tipik bir
oturma odası mevcut. Ayakları yere yakın bir kanepe var ve üzerine uzanmış bir
kadın mankeni yerleştirilmiş. Tropikal bir ada fotoğrafı duvar kağıdı olarak
asılmış. Yere o dönemin ruhunu yansıtan bir halı serilmiş, üzerinde ise ahşap
uzun bir büfe var, büfenin ortası kayar camlı, içerisine kristal bardaklar
yerleştirilmiş, büfenin üzerinde de bir adet radyo duruyor.
Bu
sefer de mutfağa giriyoruz. Buzdolabı, fırın gibi bir mutfağın demirbaşlarının sosyalizm
zamanında Orta Avrupa’da sıklıkla tercih edilen markalardan seçilmiş olduğu
gözümüze çarpıyor. Burada bir mutfakta bulunabilecek her şey var: Artık üretilmeyen
markaların yanı sıra meşhur markaların (sabun, gazlı içecek, salça, bira gibi) 1950’lerden
1980’lerin sonuna kadar olan modelleri de sergileniyor. Ancak bunların
sergilendikleri yere bel hizasına gelen minik bir paravan nedeniyle ulaşılamıyordu.
Yine de bu paravan, başınızı uzatıp teşhir edilen ürünleri incelemeye ve bunların
fotoğrafını çekmeye engel olmadı.
Mutfaktan
direkt bahçeye çıkılabiliyordu. Burada ilk gördüğümüz nesne kocaman bir Ikarus otobüsü
oldu. Macarların kendi öz markaları olan ve ülkemizde de başta Ankara ile
İstanbul olmak üzere bir zamanlar toplu taşımada çok sık kullanılan bu
otobüsler, 90’lı yıllarda fabrikası kapandığı için uzun süre üretilmemişlerdi. Ancak,
her ne kadar Çinli bir yatırımcı markayı satın alarak yakın geçmişte yeniden
üretime geçmiş olsa da eski modellerin sahip olduğu o görkemin yeniler yanından
dahi geçemiyorlar! Artık müzede sergilenmeye başlamış bu araçlar, şehir içi
toplu taşıma seferlerinden kademe kademe çekiliyor olsalar da Macaristan’da
şehirler ve kasabalar arası yolculuklarda hala aktif ve bakımlı olarak hizmet
veriyorlar. Uzun yıllar önce Budapeşte’den Estergon’a yaptığım şehirlerarası
bir seyahatimde bir Ikarus’a binmiş olduğumu hatırlıyorum hemen. Macar
arkadaşlar alışık oldukları için önceliklerini otobüse vermiyorlar ve ben de
kendi başıma ana vatanında orijinal bir Ikarus otobüsün içinde bulunma
heyecanını doyasıya yaşamaya başlıyorum. Ankara’da da zamanında az mı binmiştim
bu otobüslere! Biner binmez çocukluğum gözlerimin önüne geliyor. Şoför
koltuğunda oturup zamana tanıklık etmiş bir direksiyonu tutmak, vitesi
değiştirmek belki çocukça bir davranış ama tarifsiz bir keyif.
Otobüsün
arka tarafı minik bir ulaşım müzesi olarak şekillendirilmiş. Çekmecelerden
oluşan metal bir dolap yerleştirilmiş, her çekmecede gruplarına göre bir döneme
ait resmî evraklar sergileniyor ve bunların üzeri camla örtülmüş. Ehliyetler,
trafikle ilgili resmi belgeler, ceza tutanakları, bilet örnekleri, toplu taşım
araçlarında çalışan görevlilere ait evraklar ve rozetler aklımda kalanlardan
bazıları.
Otobüsten
hiç istemeyerek de olsa indim ve bahçede sergilenen diğer otomobilleri gezmeye
başladım. Burada, sosyalist dönemde demir perde ülkelerine ait otomotiv
sanayinin “seçkin” örneklerini gördük. Meraklıları hemen bileceklerdir, orada
gördüğümüz modeller arasında bakın neler vardı: Zastava, Fiat 125P, Dacia 1300,
ZAZ Zaporozhets, Lada Vaz-2103, Skoda 120 GLS, Skoda 1203, Trabant 601,
Wartburg 353 ve Oltcit. Bu modellerin her birinin sürücü koltuklarına
oturabilmek mümkündü. İçine yerleşince açıkça anlaşılıyor ki sürücü konforu
olmayan kabinde zaman geçirmek ve dikkati yola verebilmek müthiş bir dertmiş,
özellikle Trabant’ın içinde bunu fazlasıyla hissettim. Macar arkadaşımın yanıma
gelerek, “sosyalist dönemlerde insanların tatillerini göl kıyısında geçirmek
için aileleriyle saatlerce Doğu Almanya’dan Balaton Gölü’ne kadar bu arabayla
geldiklerini” söylediği o an arabanın içinde olmasaydım inanın bu kadar
etkilenmezdim.
Son
olarak, ayaklarımız bizi bahçeden evin altındaki mahzene uzanan merdivenlere
götürdü. Buraya oto sanayideki bir bakım garajının havası verilmiş. İçeride
parçalara ayrılmış motorlar, kaynak makineleri, bisikletler, havası inmiş
lastikler gibi bir garajda olabilecek her şey mevcuttu. Bu parçalardan en
yenisinin seksenli yılların başına ait olduğunu da ayrıca belirtmek isterim. Son
olarak, üzerinde nostaljik üniformasıyla bir Macar trafik polisini görüyoruz.
Bu figür şüphesiz Madame Tussauds gibi balmumu heykel müzelerinde görmeye
alışık olduğumuz kalitede değil ama müzenin ruhunu fazlasıyla yansıtıyor.
Müzeyi
gezerken hissettiğimiz bu kadar yoğun duygudan sonra yorulmaktan ve acıkmaktan
kaçamadık. Hemen Tuna Nehri kıyısında bulunan güzel bir restorana giderek
susuzluğumuzu giderdik; lezzetli bir Macar yemeği yiyerek manzaranın tadını
çıkarttık. Sağlıklı yarınlarda bir başka yazıda görüşmek üzere!
Yazı Ve Fotoğraf
Ahmet Saral, Hadnagy Szabolcs, Névai Gábor