Polonya'da Nazi Toplama Kampı - AUSCHWİTZ


Burada yaşananlar,bizi insanlığımızdan utandırıyor

Yıllar önce karakaşlı, kara gözlü, bronz tenli, omuzlarının üzerinde kıvırcık saçları dökülen Yahudi-Çingene melezi bir kız, kısa süreli arkadaşım olmuştu. Uzanmış yatıyor, uyuyordu. Ben de onu seyrediyordum. Çok güzeldi ve uykusunda gülümsüyordu. Bir anda ve birkaç saniyeliğine bronz derisinin altında yüzünün iskeletini gördüm. Sanki milyonlarca yıldan beri acı çeken bir yüzün iskeletiydi bu. Göz boşluklarından yaşlar dökülüyordu. “Adımı Auschwitz’te bütün ailesini kaybeden, müzisyen büyük amcam kulağıma canı kadar sevdiği en küçük kızının en sevdiği şarkıyı okuyarak koymuş. “Kaderin, benim canımın kaderine benzemesin,.” diye fısıldayarak gözyaşları içinde koymuş: Settela...” Kardeşleri ve annesi ile el ele “Yıkanmaya…” diye gaz odalarına götürülüp krematoryumda yakılıp külleri yakındaki nehre atılan yüz binlerce çocuktan biri Settela. 

— Nerede? diye sordum.

— Yakın...

— Beni götürsene oraya.

En güzel gülümsemesini takınarak:  

— Sen yalnız git; ben zaten oradayım. Ve hep oradayım...

Kara trenin bütün vagonları kapatılmıştı. Üzerinde ince bir manto, başında çenesinin altında bağlanmış beyaz bir eşarp. Boynunda sıkıca bağlanmış bir atkı bulunan, kara kaşlı, kara gözlü minyon yüzlü 8-9 yaşlarında bir kız çocuğu... Vagonun kapısını aralayıp ne olup bittiğini anlamayan gözlerle dışarıya bakıyordu. Dışarıda, peronda, tertemiz üniformaları, pırıl pırıl siyah çizmeleri ile SS subayları vardı. Ve bazı kâğıtları imzalıyorlardı. Bir asker küçük kızı fark edince sert bir sesle, “Kapat o kapıyı!” diye bağırdı. Küçük kız ani bir refleksle hemen kapattı kapıyı. İçerisi kapkaranlıktı. Saniyeler sonra vagonun kapısını tekrar açtı. Açar açmaz iri yarı bir asker karşısında duruyordu. Bu sefer askerin yanındaki memur kılıklı bir adam kapıyı kapatıp sürgüledi. Kocaman kara gözlü genç, masum, savunmasız bir kızın bu unutulamaz görüntüsü hayata son bakışıydı.

Acıma duygusu olmayan, vahşi yırtıcılardan bile daha insafsız, duygusuz, ikiyüzlü önyargı vahşeti ile yüzleşmeye giden bir türkünün, kendinden ve kendi gibi olmayanlardan başka kimseyi düşünmeyen insanlar tarafından hatırlanmayacak melal dalgalı bir ağıtın sözleri olmaya gidiyordu Settela.

Polonyalıların Oswiecim dedikleri Auschwitz’e bir sonbahar sabahı varıyorum. Karla karışık yağan yağmur, yüzünüze buzdan çiviler batırıyor hissine kapılıyorsunuz. Kara soğuk ve parmaklarımın ucunu, kulaklarımı adeta ısıran ve omuriliğime kadar işleyen dondurucu rüzgâr suratımı tokatlıyor. Avrupa’nın her yerinden Polonya’nın bu ürkütücü coğrafyasına ölüm trenleri ile yapılan Auschwitz yolculuğu; Almanların insanlıktan çıkarma diye adlandırdıkları etabın ilk ayağı olan, kaçmaya yeltenen herkesi öldürmeleri emredilmiş silahlı polis memurları veya SS üyeleri eşliğinde erkekler, kadınlar, çocuklar ve bazen yeni doğanların 10 güne kadar sığır vagonlarında kilitli kaldıkları, hiç yiyecek ve su almadan yaz boyunca aşırı sıcağa, kışın da aşırı soğuğa maruz kalınarak yapıldığı, korkunç bir mücadeleydi. Tuvalet yoktu, herkesin önünde bir kova kullanmak zorundalardı. Çok aşağılayıcı, haysiyet kırıcıydı. İdrar kokusu ve dışkı, utanca utanç, azaba azap katıyordu. Çoğu; açlık, susuzluk, havasızlıktan yolda öldüler.

"Tren nihayet Auschwitz yük istasyonunda Birkenau'daki boşaltma platformunda durdu. Mühürlenmiş vagonların kapıları açıldığında onları, öldürmek için eğitilmiş köpekleri ile SS subayları karşıladı. Buraya vardıklarında Auschwitz’de olduklarından ve gaz odalarından sadece dört yüz metre uzakta olduklarından haberleri bile yoktu.

Hasta ve ölüler haricinde herkes aşağı iniyor. Yaralı, hasta ve ölüler hemen vagonlardan aşağı çekilerek sayılıyorlar. Yeni gelenler, onları neyin beklediğini bilmiyorlardı. Kadınlar ve çocuklar bir tarafa, erkekler diğer tarafa… Seçileceklerdi. Sonra beşli sıralar halinde sırat köprüsüne geldiler. Sorgu, sual yok: ‘Sen, sağa gidiyorsun; sen sola!..’

Orada, gülümseyen ruhsuz gözleri ile kobay olarak kullanmak üzere ikiz çocuklar arayan ölüm meleği Mengele ya da diğer görevli SS doktorları, onlara ne olacağına birkaç saniye içinde karar veriyorlardı. Kendi dilimizi konuşup kendi milletimizden olan sonderkommandolar hiç durmadan ‘Merak etmeyin! Daha sonra, birbirinizi kampın içinde bulacaksınız.’ diye tekrarlıyorlardı. Fakat sola ayrılan babam ve kardeşimi bir daha hiçbir zaman görmedim. Genç ve kuvvetli olanlar çalışma kampına, yüzde sekseni ise -özellikle hamile bayanlar, çocuklar, yaşlılar, güçsüzler, zayıflar- doğrudan doğruya gaz odalarına ölüme gönderildiler.

Yanıp sönen uyku gözlü çocuklar annelerinin elbiselerine yapışıyor; bebekleri kollarında taşıyan babalar, torunları ile yürüyen iki büklüm nineler yavaşça ve yorgun ilerliyorlar. Bizim için her şeyden önemlisi, varış ve soyunma işleminin tamamı boyunca, olabildiğince sakin bir ortam sağlamaktı… Her şeyden önce çığlık, panik olmamalıydı. Bazıları soyunmak istemedikleri zaman sonder komandolar tarafından güzel sözlerle ikna edilirdi. Ancak, soyunma sırasında kadınların bazıları çığlık atmaya, saçlarını yolmaya ve deli gibi zıplamaya başlardı. Onları gruptan acele ayırıp barakaların arkasına götürür, enselerine birer kurşun sıkardık.

Çeşmenin bulunduğu uzunca bir avluya vardıklarında beş altı gündür aç susuz yolculuk çekenler çeşmelere hücum ederlerdi. Onların son olarak susuzluklarını gidermelerini sabırla beklerdik. Sonra beşli sıralar hâlinde, on iki beton basamağın yeraltına götürdüğü banyo ve dezenfeksiyon odasına yönlendirirdik. Duvarların üstünde, sonuna kadar hiçbir şeyin farkına varmamaları için birkaç dilde yazılmış, ‘Giysilerinizi ve ayakkabılarınızı burada bırakınız.’, ‘Banyodan döndüğünüzde gereksiz karışıklığı önlemek için askı numaralarınızı unutmayın.’, ‘Değerli eşyalarınızı kasaya bırakınız ve makbuzunuzu alınız.’ yazıları bulunurdu.

Odada üç bin kişi var. Erkekler, kadınlar ve çocuklar… SS askerleri gelip seslenir: “On dakika içinde herkes tamamen soyunmuş olacak!” Yaşlı erkekler, dedeler, büyükanneler, çocuklar, eşler ve kocalar birbirlerine şaşkınca bakar fakat uzun süre düşünmelerine fırsat verilmezdi. Tehditkâr, emredici bir ses tonuyla emir bir daha duyurulur. Herkes çırılçıplak soyulurdu. Sonra, kadınları üst kata alır saçları keserdik. Daha sonra ‘göğe giden yol’ diye adlandırdığımız koridora yönlendirilirdik. Önce kadınlar ve çocuklar, sonra erkekler sokulurdu içeri. Bu yola girenlerin hiçbiri ama hiçbiri sağ olarak çıkmadı.

SS, odanın arkasındaki büyük meşe kapıyı açar. Kalabalık bu kapının içinden gerçekten borular, musluklar, vestiyer, kat rafları ve duşlarla kamufle edilmiş gaz, odalarına akar. Kapılar kapanır ve ışıklar dışarıdan söndürülür. Aynı anda gazları getiren görevli subay, gaz maskesi taktıktan sonra, Ziklon B. içeriğini bacanın ağzına döker; işte o an öldürülmek için orada olduklarını anlar ve korkunç çığlıklar atmaya başlarlardı. 20 dakika sonra mutlak sessizlik…  Hareket eden kimse kalmazdı. İşlerinden emin olmak için, iki gaz uygulayıcısı beş dakika daha bekler, sonra arabalarına gider birer sigara yakarlardı. Sadece üç bin masumu öldürmüşlerdi. 

Gaz odalarının kapısını açanlar korkunç bir tablo ile karşılaşır. Cesetler her yere yayılmış olarak değil de, odanın yüksekliğine kadar yığılmış hâlde olurdu. Ceset yığınının alt kısmında bebekler, çocuklar, kadınlar ve yaşlı insanlar; üsttekiler en güçlüler olurdu hep. Yavaş yavaş tabandan tavana yükselen gazdan kurtulmak isteyen güçlü kuvvetliler kendi çocuklarının, annelerinin, babalarının, eşlerinin üzerine basıp tırmanmaya çalışırlardı. Hayatta kalabilmek için verilen bu çetin ama son mücadele, insanlıktan çıkmış Nazilerin kurbanlarını insanlıktan çıkarma etabının son ayağı idi.

Her gün beş altı tren gelir ve hepsi için aynı işlemi uygulardık. Burası endüstriyel bir yok etme fabrikasıydı ve biz demir eriten bir dökümcü ya da dinamitle dağları patlatan madenciler gibi, işimizi yapar, duygusuzca emirleri uygulardık.

Cesetler Alman devleti için bir zenginlikti; altın dişleri penselerle söküldü, kadınların mücevherlerine el konulup Reich’a gönderildi. Kadınların saçları yatak örtüsü yapmak için kullanıldı, yakılanların kemikleri toz haline getirilip arabaların kaymaması için donmuş yolların üzerine serpildi.

Birkenau çalışma kampında, gaz odalarına gönderilmeyip sağ bırakılan güçlü kuvvetli erkek esirler yeni gelen konvoyların imhası için gereken bütün işlerin yaptırılmasında kullanıldılar. Varış rampalarında bıraktırılan valizlerin toplanması, düzenlenmesi, gaz odalarına gönderilenlerin elbiselerinin derlenmesi en kolay işlerdendi ve seçilen kadın mahkûmlara yaptırılırdı. Sonderkomandolar kurbanlara gaz odalarına kadar eşlik eder, daha sonra cesetleri gaz odalarından çıkarıp fırınlara atarlardı. Ayrıca kadınların saçlarını kesmekle ya da gaz odalarından çıkarılan cesetlerin altın dişlerini penselerle sökmekle, değerli yüzük ve mücevherlerini çıkarmaktan sorumlu idiler. Daha sonra genelde hemen infaz edilirlerdi.

Sonderkomando olarak gaz odalarından cesetlerin boşaltılması ile görevliydim. Hepsi ölmüştü. Sadece benim köyümden çok kuvvetli bir adamı can çekişirken gördüm. Köyümün insanları gelmişti, yakından tanıdıklarım, aralarında karım ve iki çocuğum vardı. Karımın ve iki çocuğumun yanına uzandım. Beni de öldürmeleri için yalvardım. Bir SS: ”Sen hâlâ çalışabilecek güçtesin.” deyip kafama sopa ile iki defa vurdu ve beni çalışmaya zorladı.

Soyunduk soğuk bir duş almadan önce saçlarımızı tıraş ettiler. Sol kolumuza numaralarımızı belirten rakamları dövme yaptılar. Sonra çizgili mahkûm kıyafetleri verildi. Tahta barakalarda fareler, böcekler arasında binlerce kişi kalıyordu. Sabah erkenden 3.30’da işe çıkıyor sağ kalanlar akşam bu baraklara geri dönüyorlardı. Birçoğu zor çalışma şartları ve aşırı soğuk yüzünden bir iki hafta içinde ölürdü. Sadece bir çamur deryası olan Birkenau’da sabahtan akşama kadar taş kırmak, taşları taşımak, hendekler kazmak, kampın etrafını çevreleyen elektrikli diken telleri yerleştirmek, barakaları inşa etmek, hatta gaz odalarına giden rayları döşemek işlerinde kullanılırdık. Almanların formülü basitti: Çalış ya da gaz odasına git. 

Sabahın üçünde dışarıda içtima olurduk. Sonra kahve denilen kirli sıcak su verirlerdi. İçmeye isteksiz olan herkesin sopa ile dövüldüğü acı verici bir gerçekti. Öğleden sonra çorba denilen içinde birkaç lahana parçası olan sıcak su dağıtımı yapılırdı. Diğer zamanların tümünde çalışmak, çalışmak ve çalışmak zorundaydınız. İskeletleri görülecek derecede sıskalaşmış olanları boşuna beslememek için ölüme gönderirlerdi. Auschwitz-Birkenau'da korkudan her zaman titrerdik, ancak en kötüsü seçimlerdi. Gündüz ve gece ne zaman sana düşeceğini asla bilemezdin. Her sabah üç buçukta dışarıda ip gibi düzgün sıralanırdık. Bir kişi eksikse ya hasta ya da gece ölmüştü. Gece ve gündüz fark etmeden SS doktorlar gelir ve seçim yaparlardı. Çalışamayacak durumdaki zayıflar gaz odalarına gönderilirdi. Konvoylar geldiğinde her gece gaz odalarından yükselen çığlıklar ve gözyaşları duyardık.

Alman mühendisliğinin mükemmel toplu ölüm fabrikalarında günde on bin civarında insanı imha edebiliyorlardı. Kurbanların isyan etmemeleri ve sessizce gaz odalarına gitmeleri için kandırmaca taktikleri şeytani bir yaratıcılık ve esneklikle uygulanırdı. Üzerinde “arbeit macht frei” , “Çalışmak özgürleştirir.” yazan giriş kapısının hemen yanında yeni gelenleri ve gaz odalarına gönderilenleri işkillendirmeyip rahatlatmak için sürekli olarak müzik ve marşlar çalan kadın orkestrası aynı zamanda gaz odalarından yükselen çığlıkların işitilmemesini de sağlardı.

Bir gün Çingene koğuşunun önünde çalmak için emir aldık. Seçime tabii tutmadan tüm bölümü imhaya karar vermişlerdi. En önde Settela, annesi ve dokuz kardeşi yürüyorlardı. Biz çalarken bize gülümseyerek el sallıyorlardı. Hüngür hüngür ağlıyorduk. Fakat çalmayı durdurursak arkamızda duran askerlerce hemen oracıkta infaz edileceğimizi biliyorduk. Auschwitz'de günlük hayat Dante’nin cehenneminde bile hayal edemeyeceğinden daha dehşetli ve gerçekti, çok korkunç şeyler gördüm. Ama en zor olanı onlara ‘Durun, daha da ileri gitmeyin, kaçmanız lazım.’ diyememekti. 

Bazen kaderlerinin farkında olan gözlerinde ölümün korkusunu taşıyan, fakat hâlâ çocuklarıyla şaka yapacak güç bulup onları rahatlatan kadınlar görürdüm. Onlardan biri ölüme çocuklarıyla giderken en küçük çocuğunun yürüyüşüne yardım etmek için nazikçe elinden tutuyordu. Geçerken bana yaklaştı ve çocuklarını gösterip fısıldadı. ‘Sen, bu kampın komutanı Rudolf Hess! Bu güzel küçük çocukları nasıl öldürebilme kararını veriyorsun? Kalbin yok mu?’ Settela’nın annesi Toetela sığınağa en son girenler arasındaydı. Söğüt ağacının altında durdu, gözlerime bakarak, ‘Çocuklarımı kurtarabilmek için her şeyi yaptım ama olmadı, umarım çabuk biter, elveda...’

Kapıyı kapatıp sürgülediler. Kendinden ve kendi gibi olmayanlardan başka kimseyi düşünmeyen insanlar tarafından hatırlanmayacak melâl dalgalı ağıtın sözleri olmaya gidiyordu Settela. 

On çocuklu bir Sinti Çingene ailesinin yedinci çocuğu olan Settela; anne, baba ve kardeşleri ile birlikte 22 Mayıs 1944’te Auschwitz-Birkenau’ya vardı. Kampın Çingeneler bölümünde beş ay kaldıktan sonra,  31 Temmuz’u 1 Ağustos’a bağlayan gece yeni gelenlere yer açmak için Almanlar tarafından alınan tüm çingene koğuşunun imhası kararıyla 9 kardeşi ve annesi ile beraber el ele gaz odalarına gönderildi. Babası Auschwitz’den sağ çıkmayı başarmasına rağmen birkaç yıl sonra tüm aile fertlerini kaybetmenin derin kederinden hayata veda etti.

İnsan mezbahası imha kamplarına Yahudiler, çingeneler, Sovyet savaş esirleri, Polonyalı direnişçiler, akıl hastaları, özürlüler, eşcinsellerden oluşan bir milyon üç yüz bin kişi getirildi. Yüz bin kişi hastalıklardan, açlıktan, köle olarak çalıştırıldıkları ağır çalışma şartları ve soğuktan öldüler. 802 kişi kaçtı. Üç yüz yirmi yedisi tekrar yakalanıp infaz edildi. Kamplardan kaçmak zor değildi. Fakat biri kaçtığında beraber kaldığı arkadaşlarının on tanesini kurşuna diziyorlar ve ailesinin bütün fertlerini asıyorlardı.

Dokuz yüz bini ise varır varmaz kurşuna dizilerek veya gaz odalarında katledildi. Sadece yüz bini bugün terör, imha, soykırım, yok etme müzesi olarak kullanılan Auschwitz-Birkenau’dan sağ çıkabildi. 200.000 e yakın çocuk ve bebekten sadece ve sadece 700’ü hayatta kalabildi.

Gece yarısını merhametli dolunay aydınlatıyordu çıktığımda cehennemden, birdenbire garip bir şey oldu. Yolcu durdu, yol yürümeye başladı göğe doğru. Çok uzaklarda kendisine korku dolu yalvaran gözlerle bakan, küçük olanı büyüğün arkasına gizlenmeye çalışan, iki çocuk kız kardeşe, makineli tüfeğini doğrultmuş, büyükanneleri büyükbabaları çocukları ile beraber Nazilerce sürülmüş, köle gibi çalıştırılmış, gaz odalarında vahşice öldürülüp yakılmış askerin gözlerinde; soğuk, alaycı, aşağılayan, atalarının trajik tarihinden hiç mi hiç ibret alamamış gözlerinde insanlıktan çıkmış insanlığı görüyorum.

Nürnberg mahkemelerinde dizili dünyayı titreten Nazi komutanlarının hepsi söz birliği etmişçesine “Emir aldığımız için yaptık.” korkak ikiyüzlülüğü ile savunma yapıyorlar, ellerine güç verilmiş ve robotlaşmanın baştan kabul edilmiş aşağılığının farkına bile varamadan, çocuklarını ateş içinde bırakıp gitmek zorunda kalarak deliren annelerin  ‘Bana insanlığımı geri verin. Bize insanlığımızı geri verin.’ çığlıkları hâlâ yankılanıyor gök kubbede. Ve “Ne kadar çok çocuk, ne kadar çok bebek öldürdük!” diye diye sayıklayarak can çekişiyor hâlâ Truman.

İnsanın kendine verebileceği en onursuz ceza, ölmeden önce insanlığından utanması olsa gerek…”            

Nazilerce katledilen Türk asıllıların sayısının 1000 civarında olduğu belirtilmektedir. "Nazi kamplarına götürülen ünlüler arasında Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın annesi Şefika Ortaylı, NBA'da oynayan ünlü basketbolcu Mehmet Okur'un anneannesi Fatma Baştimur da var. İlber Ortaylı, Avusturya Bregenz'de Nazi kampında doğdu. Dauchau Kampı'nı da kampta tutulan ve öldürülen kişilere ilişkin kayıtlarda, 100'ün üzerinde Türk vardı. 76'sı ölmüştü. Fatma Baştimur: “15 yaşındaydım. Bizi karakolun önünde dizdiler, 300 kişiydik, soyup vagonlara bindirdiler. Ön vagona koydular. Eğer yolda dinamit varsa önce o vagon patlasın diye düşünmüşler. Önce Polonya'ya getirdiler. Tam gaz vereceklerdi ki bir Alman general 'Bunlar çalışmaya gidecek!' dedi ve hepimizi Avusturya'ya geçirdikten sonra. İtalyanların kampına kaçtık. Kampta üç yıl kaldım. Sonra evlendim, oğlum oldu ve biz de Türkiye'ye geldik.


“Reich”, Almanların dünyada söz sahibi olduğu devirlere verilen ad, Alman imparatorluğu.


Yazı Ve Fotoğraf
Köşe Bucak Dünya