
“Bir sanatçının Avrupa’da
yatacak yeri yoktur, Paris hariç.”
Friedrich Nietzsche
Paris'le ilgili ilk
ve en çok duyduğum şey, çok sayıda Türk'le karşılaşacağım oldu. Biraz deli
cesaretimle birlikte işimle ilgili, planlı gideceğim Belçika biletini almadan
hemen önce “Niçin olmasın ki!” diyerek rotamı Paris üzerinden çizdim ve hiçbir
araştırma yapmadan doğrudan uçağa attım kendimi. Bunu söylüyorum çünkü bu
yazımda, önceden hiçbir hazırlık yapmamış birisi olarak, daha önce sadece belli
mecralardan tanıyıp gittiğim Paris'i anlatacağım. Bu yüzden, yazımda rehberden
ziyade, biraz yalın bilgi ve hissiyatlarım yer alacak. Tarihî yerleri,
yapıtları, sanatçıları, teknik bilgileri, yapılış tarihleri gibi bilgileri fazla
veremeyeceğim için şimdiden kusuruma bakmayın.
Uçaktan inişte,her zaman yaptığım gibi, bir “Danışma” bulup
Paris haritası edindikten sonra, sorarak bulduğum şehir merkezinin yakın
noktasına giden metroya atladım. Ama o kadar karışık bir harita ve yoğun bir
metro ağı var ki, kafam karışık bir şekilde “Yanımdaki beyefendiye İngilizce
olarak gideceğim yeri nasıl sorarım?” diye düşünürken sevgili vatandaşım
telefonla Türkçe konuşmaya başlamasın mı? Büyük sevinç patlamasıyla aynı anda,
karşımda oturan iki bayanında Türk olduğunu öğrenmem bir oldu. (Doğrusu aldığım
ilk bilginin bu kadarda doğru olduğunu tahmin etmemiştim.)
Kısa bir bilgi alışverişinden sonra Avrupa'nın o kasvetli,
kapalı ve yağmurlu havasıyla beraber, merkeze yakın diye öğrendiğim istasyonda
indim. Dışarıya çıktığımda dört bir yanıma bakarak camdan yapılmış piramit
şeklinde Louvre müzesinin giriş kapısını, hadi olmadı Notre Dame Katedrali’ni,
hiç değilse Eyfel Kulesi’ni görme ümidiyle gözüme tanıdık gelecek bir yer
arıyorum ama ne mümkün!
Bakabildiğim her
yönde, tanıdık gelmesi lazım olabilecek devasa ihtişamlı binalar var. “Belki
her biri dünyaca ünlü olmalıydı!” diyorum kendi kendime ama hiçbiri tanıdık
gelmiyor. Kendime “Niye bu binaları bilmiyorsun ki!” diye özeleştiri yaptığım
sırada iki binanın arasında Eyfel Kulesi’nin o narin boynunu gördüğümde itiraf
etmeliyim ki, yanımdaki Türk arkadaşı
gördüğümden daha büyük bir sevinç yaşadım.
Yinede içimdeki, buruk bir sevinç. Çünkü gördüğüm yapının
Eyfel Kulesi olduğundan eminim ama mesafesinden emin değilim.
Aldığım bilgi
doğrultusunda kalacağım yer olarak ChampsElysee Bulvarı civarını haritadan
çember içine aldıktan sonra hemen bir taksi durdurmaya çalıştım. İlk anladığım
şey, bizdeki gibi taksiler el kaldırarak durdurulmuyor.
Taksi arıyorum çünkü yağmurdan sırılsıklam oldum,
kalabileceğim bir otel henüz yok ve uzaklık yürüyüş mesafesinde değil. Nasıl
taksi bulacağımı çözmeye çalışırken Paris'i gözümde bütünleyecek türden otantik
bir cafe görür görmez, sıcak bir ortamda güzel bir kahve keyfinin yanında
ihtiyacım olan bilgileri alma umuduyla içeriye girdim.
Ardından Eyfel Kulesi’ni gece geç vakitlere kadar ziyaret edebileceğim
ve en üst katına çıkarak Paris'i ayağımın altında gibi seyredebileceğim bilgisi
edinilince hemen internetten ChampsElysee Bulvarı'na yakın bir otel bulunur,
eşyalar bırakılır, ıslanmış elbiseler değiştirilip ilk önce ChampsElysee
(bizdeki bilinen ismiyle Şanzelize) kapısından birkaç kare fotoğraf çektikten
sonra koşarak Eyfel’in yanında soluk alınır.
Bilgisizliğimin ve görür görmez içimi kaplayan heyecanın da
etkisiyle Eyfel Kulesi’ni yakından gördüğüm andaki ilk yorumum: "Bu yapıyı
hangi akılsız adam yaptı veya yaptırdı? Bunca demir nereden ve nasıl
bulunabilir ki?" oldu. Daha önce resimlerden gördüğüm yapıdan o kadar
büyük ve ihtişamlı ki, karşımda dimdik durmasa bu binanın yapılabileceğine
inanamazdım.
Gezimin sonunda öğrendiğim, Kule’nin yapım süresi ve
harcanan demir miktarı gibi bilgiler ise söylediğimi doğrular nitelikte ama bir
yanlışım var. Yapı o kadar ziyaretçi çekmişki, yapıldıktan sonra aradan bir yıl geçmeden harcanan paranın 4/3 ü
kazanılmış. Bu denli, dünya çapında Paris'in simgesi hâline gelen yapıya
imzasını atanlara “akılsız” demek gerçekten büyük haksızlık oldu.
Birçok kişi gibi, hayranı olduğum Fransızca aksanıyla ilk
kavgamı Louvre müzesini sorarken yaşadım. Luv, lov, luğ, luğv, luur... Hiç bir
aksan anlatamaz mı bir Fransız’a derdimi, anlatamadım. Allahtan çok meşhur ki “Bu
arkadaş sorsa sorsa Louvre Müzesini soruyordur…” edasıyla tarif edilen o
ihtişamlı cam piramit binayı buldum.
Buldum Ama Louvre hakkında ne biliyorum? Maalesef hiçbir şey.
İtiraf edeyim, tek bildiğim Leonardo da Vinci'nin Mona Lisa tablosunu
görebileceğim.
Her şey turuncu oldu kaldı...
Müzenin girişinde 10 tane bilet gişesi ve her birinde
onlarca kişi sırada. Bu manzarayla birlikte bunca insanın bu müzeyi bilip,
benimse bilgi sahibi olmadığımı görüp tam kendime vicdan yapacağım dakikalarda
anladım ki, müzede çok değerli eserler olmasına rağmen binlerce insanında
benden farkı yok. Çünkü müze girişinden itibaren sadece Mona Lisa
yönlendirmeleriyle karşılaştım ve turistlerin büyük bir kısmının sadece bu
eseri görmek için geldiğini anladım. Her ne kadar birkaç başka eserin
yönlendirmeleri olsa da bu müzede başka çok değerli eserlerin olduğunu; sadece
müze içindeki Fransız üniversite, lise, ilköğretim hatta kreş öğrencileri ve
öğretmenleri haykırıyor. Onlarca eserin başında onlarca öğrenci
öğretmenlerinden bilgi alıyor, not yazıyor ve eserleri tek tek inceliyor.
Hiçbir yere
takılmadan yönlendirmeleri takip ederek yaklaşık otuz dakika gidilerek
bulunabilen Mona Lisa tablosunu görüp, boyutları konusunda hayal kırıklığı
yaşadıktan sonra (umduğumdan çok daha küçük bir esermiş: 77x53 cm) benim en çok
dikkatimi çeken şey,İslam sanatları eserleri bölümünde Selçuklu ve Osmanlı
İmparatorluğu'ndan kalma çini eserlerinin önünde oturmuş, 20 civarında, yaşları
4-7 aralığındaki öğrenciler ve onlara heyecanla desenleri, renkleri ve bu
desenlerin anlamlarını anlatan öğretmen oldu. Yaklaşık yarım saat boyunca,
anlamadığım ama öğretme heyecanını her hâlinden görebildiğim konuşmayı dinledim
ve düşündüm: Ne işi vardı bu yaşta bu çocukların bu eserlerin başında. Bu nasıl
bir işti ki öğretmenleri bu yaşta çocukları toparlayıp burada yüzyıllar önce
başka bir coğrafyada yaşamış, kültürü, âdetleri, dini bambaşka olan bir
imparatorluğun eserlerinin başında öğrencilerine bir şeyler anlatıyordu. O
kadar etkilendim ki o çocukların öğretmenlerinin sözünün arasına girip belli
desen ve renkleri minicik parmaklarıyla göstererek sormalarından!.. O an
anladım, bizim daha o yaşta okumak-yazmaktan aciz olan
çocuklarımızın yetişmesi gereken mesafenin uzunluğunu.
Müzeden çıkıp yürüme mesafesi yakınlığındaki Notre Dame
Katedrali’nin o ihtişamlı binasını, muhteşem taş işçiliğini, mükemmel vitray
sanatını izlerken yaklaşık elli çocuktan oluşan, ama çocuk yaşlarına rağmen
senelerdir bu işin disiplinini almış olduğu her hâllerinden belli olan koronun
söylediği kilise müziğine denk gelirseniz; bir sesin, bir müziğin bir insanın
bütün tüylerini nasıl kaldırabileceğini öğrenmiş olursunuz...
Bunun yanında, anlatılamayacak kadar ihtişamlı binlerce
binayı gördükten sonra Paris gezimin sonunda hüzünlüyüm. Çünkü anladığım şu ki
bizim ülkemizin, insanımızın ve kültürünün bu sanatlardan, bu eserlerden, bu
bilgilerden, bu cazibeden çok daha geride olduğu. Bu yüzden yazımın başlığını
"Paris Rh(+)" koydum. Çünkü bizim sanatçılarımızın, ilim
insanlarımızın, belediyecilerimizin biraz Paris Rh(+) kana ihtiyacı olduğunu
düşünüyorum...
Bütün okuyuculara iyi seyahatler, iyi sıhhatler dilerim...
Yazı Ve Fotoğraf
Yasin ÖZBOYACI