
Hint okyanusunun Afrika kıyılarında yer alan, büyük
yüzölçümüne rağmen gözlerden uzak kalmış, turist istilasına uğramamış, doğal ve
kültürel zenginliklerini hiç bozulmadan bugünlere taşımış bir ada: Madagaskar…
Türk Hava Yolları’nın Aralık ayında başlayan ilk
uçuşlarından biriyle Madagaskar’ın başkenti Antananarivo’ya vardığımda akşam
olmak üzereydi. Başkent Antananarivo –ya da yerel halkın söylediği şekliyle- Tanka,
diğer birçok Afrika başkenti gibi kalabalık, sıradan bir şehir. Otele
valizlerimi bırakıp kısa bir tur atıp, yerel bir restoranda güzel bir akşam
yemeği yedikten sonra erkenden uyuyorum. Sabah 3’te kalkıp, adanın batısına
Morondova’ya uçmak için tekrar havaalanına gideceğim.
Madagaskar çok büyük bir ada ve adanın her köşesi ayrı
güzelliklerle dolu. Ne var ki adada yolculuk yapmak hiç kolay değil. Birçok
yere karayoluyla ulaşmak mümkün değil. Var olan yolların da birçoğu çok bozuk.
Dolayısıyla karadan yolculuk, özellikle uzak mesafeler için imkânsız. Ada içi
ulaşım sadece AirMadagascar’ın uçuşları ile yapılıyor, fakat bu uçuşlar oldukça
pahalı. 1 saatlik kısa bir uçuşun fiyatı 250 dolar civarında. AirMadagascar’ın uçakları
yeni ve bakımlı ancak 12 saatlik rötarlar bile sıradan. Yani diyebilirim ki
uçak dolana kadar bekliyorlar, tarife saatinde uçtukları pek olmuyor. Bu da
seyahat programını çok aksatabiliyor.
Adanın batı kıyısında, Mozambik kıyılarına bakan tarafta
yer alan Morondova’ya geliş sebebim Baobab ağaçlarını görmek. Bana sorarsanız bunlar
dünyanın en güzel ağaçları. Başka bir gezegendeymişsiniz gibi hissettiren,
devasa, görkemli ve çok güzel, Baobab ağaçları…
Otelim Chez Maggie buranın en iyi oteli. “En iyi” “en
güzel” gibi sıfatları değerlendirirken Afrika’da, dünyanın “en fakir”
ülkelerinden birinde olduğumu hatırlatmak isterim. Bir sabah başucumda
bukalemun ile uyanıyorum. Kertenkeleler odamda cirit atsalar da, insana
gelmediklerini öğrendiğim için aldırmıyorum. Cibinliğe, ilaçlara, fısfıslara
rağmen sabah uyanınca “kaç sinek ısırmış” diye tüm vücudumu tarıyorum. Akşam
9’dan sonra elektrikler kesiliyor. O kesilince sular da gidiyor. Afrika’da uzun
kilometreler yapmış biri için bunlar elbette sıkıntı olmuyor.
Sabah kahvaltıdan sonra Land Cruiser’larımızla 15km kadar
yol alıp -bence dünya harikalarından biri olan- Baobab yoluna varıyoruz. Burada
zaman durmuş gibi. Devasa ağaçlar bizi binlerce yıl öncesine ışınlıyor. Öyle ki
bir ağacın arkasından dinazor çıksa hiç şaşırmayacağız. Her şey, her yer öyle
el değmemiş, öyle güzel ki hangi açıdan nasıl fotoğraf çekeceğimizi
şaşırıyoruz. Baobab yolunda gün doğumu ve batımını izlemek, gün içinde bir
ağacın altına oturup akıp giden dingin yaşamı seyretmek tarifsiz bir keyif.
Baobab ağaçlarının boyları 20, çapları ise 5 metreden
fazla. Gövdelerinin içi adeta su deposu gibi, her biri tonlarca su
barındırıyor. Fotoğraflarda gördüğünüz Baobab Alley’deki bu ağaçlar -sıkı
durun- tam 3000 yaşında!!!
Bu ağaçların civarında birkaç minik köy var. Köy halkı
–özellikle çocuklar- bizimle konuşmak için can atıyor. Birlikte fotoğraf
çektirmek sonra ekranda kendilerini görmek istiyorlar. Daha güzeli bize
hediyelik eşyave ya bir tur paketi satmaya çalışmıyorlar. Turizm buraların
doğallığını –henüz- bozmamış.
Morondova Baobab yolunda geçen rüya gibi iki günden sonra
bu kez rotamı kuzeye Dieogo Suarez’e çeviriyorum. Yine bir iç uçuşla Tana
aktarmalı DiegoSuarez’e varıyorum. En kuzey uçta yer alan şehir adını buraya
ilk ayak basan İspanyol iki denizci Diego ve Suarez’den almış. Birkaç saat şehirde
gezip, çok renkli ve canlı pazar yerlerinde dolaşıp, bol bol ananas, papaya
gibi tropik meyveler yiyip, yine 4x4’lerle “Amber Mountain”a yol alıyoruz.
Amber Dağı bir ulusal park ve adanın endemik flora ve faunasını tanımak için
çok doğru bir yer. Burada kaldığımız iki gün boyunca uzun yürüyüşler yaptık.
Şelaleler, tarifsiz bir bitki örtüsü, sık ağaçlar gördük. Birçok farklı tür
yılan, bukalemun ve kertenkele tanıdık.
Amber Dağından sonra araba ile 4 saat yolculuk sonrası
Ankarana Doğal Parkı’ndaki “lodge”umuza yerleştik.Ankarana’ya giderken
yolumuzun üzerinde yer alan “Tsigny” ve “RedTsigny” doğal parklarını gezdik.
Kireçtaşından meydana gelen, çok geniş bir alana yayılan bu doğal oluşumlar çok
ama çok etkileyiciydi.
Ankarana Doğal Parkı’na geliş sebebimiz adanın adeta
sembolü olan şirin Lemurları görmekti. Doğal parkta yaptığımız uzun
yürüyüşlerde birçok Lemur çeşidine rastladık. Maymuna çok benzeyen bu şirin
hayvanlar, insanları çok merak ediyor ve neredeyse elinizi uzatsanız
dokunabileceğiniz kadar yaklaşıyorlar.
Seyahatimizin son üç gününü Madagascar’ın kuzeyindeki
minik ada Nosy Be’ye ayırdık. Yaptığımız zorlu karayolu yolculukları, rötarlı
uçuşlar, doğal parklarda kilometrelerce yürüyüşler sonrası dinlenmeyi
fazlasıyla hak etmiştik. Nosy Be uzun beyaz kumsallar, masmavi, bereketli okyanus,
sakinlik, huzur gibi “tropik ada” denildiğinde akıllara gelen tüm özellikleri
taşıyor. Tüm Madagaskar’da olduğu gibi her şey ucuz, halk güler yüzlü ve
sevecen.
20 milyon nüfuslu Madagaskar dünyanın en fakir
ülkelerinden biri. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanıyor.Madagaskar halkı
Malagasyler yüzyıllar önce adaya Malezya’dan göç etmişler. Sonrasında uzun
yıllar süren Fransız işgali de adanın kültürel yapısını çok farklı etkilemiş.
Bu farklı etnik izler dinlerinde, dillerinde, mutfaklarında farklılıklara yol
açmış. Bu güzel izler gezginler için heyecan verici keşiflere olanak sağlıyor.
Adaya çok fazla uluslararası uçuş olmaması nedeniyle hâlâ
bakirliğini koruyan Madagaskar, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine gibi
gezginleri bekliyor.
Yazı Ve Fotoğraf
Selin EKİM