Sudan’ın başkenti Hartum oldum olası merak ettiğim şehirlerdendi. Gitmek için hep fırsat kolluyordum ki fırsat çıktı. Birde baktım, Hartum’a inmek üzere Nil üstünde seyir halindeyim. Gece yarısı ve dolunay eşliğinde Hartum semalarına yaklaşırken, ayın ışığı da Nil üzerinde dans ederek bize eşlik ediyor. Hartum şehri üzerinde alçalmaya başladığımızda bir Afrika şehrine indiğimi fark edebiliyorum. Çünkü herhangi bir Avrupa şehrine iniyor olsaydım yoğun bir ışık denizinin içine iniyor gibi olurdum. Oysa burada zifiri karanlıkta üç beş sönük ışık arasında uçağımız iniş yapıyor.
İlk günün ilk ışıkları ile kendimi dışarı atıyorum. Sabahın köründe bile hava cayır cayır. Kaldığım evin görevlisi Ramazan ve Hikma bana çevreyi gezdiriyor. Çevre derken o mahalleyi, kahvaltıdan önce bir tur atmak istiyorum. Beraber riyat mahallesi sokaklarını geziyoruz. İlk dikkatimi çeken ve Hartum un her yerinde sık sık göreceğim sebiller oluyor. Sebil dedimse koca koca küplere su doldurulmuş ve köşe başlarına bırakılmış. Su nispeten soğuk ve temiz. İkinci dikkatimi çeken lüks evlerin önünde çamaşır yıkayanlar oldu. Bunlar tıpkı bizim burada ki eskiciler gibi sokak sokak dolaşıp, “Çamaşırcı geldi hanımmm!” diye ünleyerek zenginlerin çamaşırlarını yıkıyorlarmış. Üçüncü ve en önemlisi de NİM ağacı. Ramazana “Bu garip meyveli ağaçta neyin nesi her yerde var” diyorum, Ramazan ”Sorma tüm Afrika da çok yaygın. Sömürge devletleri buraları terk ederken bu ağacın tohumlarını tüm Afrika’ya saçmışlar. Bu ağaç toprağı çoraklaştırıp verimsizleştiriyor.” Diyor.
Kahvaltı için eve dönüyoruz. Saat sabah 08:00 olmasına rağmen sıcaklık 40 derece civarında. İçerde sürekli klima çalışıyor. Kahvaltıya oturuyoruz, sofrada rutin kahvaltılıklar var. Gelin görün ki Ramazan ve Hikma bunları yiyemiyorlar. Çünkü alışmamışlar. Orada kaldığım süre boyunca onların full (Haşlanmış ve ezilmiş bakla) ve salçalı yağdan başka bir şey yediklerine şahit olmuyorum.
Kahvaltı sonrası, Hindistan’dan getirtilen tek pistonlu bir Rakşa ya atlayıp şehrin merkezine doğru yol alıyorum.Yolda gördüklerim ilginç, siyah insanlar arasında olmanın yanı sıra simsiyah dan kahverengiye doğru her tonda insan görmek gözlerime şok yaşatıyor. Zift kadar siyah bir yüzle göz göze gelmek ve gülümseyerek selam vermek. Her gün yapabileceğim bir şey değil.
En nihayetinde camii kebir civarında rakşa dan iniyorum. İner inmez bir takkeci ve yanında misvak ağacından taze kestiği misvakları satmaya çalışan misvakçıyla karşılaşıyorum. Bir dilenci kolumu çekiştiriyor, birkaç çocuk kafalarını kaldırmış bana bakıyor. Muhtemelen içlerinden ‘Bu adam kendini neden boyamış, neden siyah değil’ diye geçiriyorlardır. Büyükler beyaz adamı biliyor ve hiçte hoşlanmıyor. Onlara göre beyaz adam sömürgeci. Fakat Sudan da durum farklı. Sudanlı Türkleri ve Müslümanları bildiği için, Türk olduğumu söylediğimde özel bir hürmet görüyorum. Biraz ileride ki Suud Çarşısına girdiğimde kendimi bir renk cümbüşünün içerisinde buluyorum içim açılıyor. O kadar canlı ve farklı renklerle karşılaşıyorum ki, mesela fosforik yeşil, kavuniçi, pembe, sarı, eflatun ve birçok rengin bu tonlarını ilk kez görüyorum. Kadınların elbise ve eşarpları bu renklerle bezenmiş. Eee pazarda satılan eşarp ve kumaşlarda bu renklerden olunca pazarda hipnoz olmamanız büyülenmemeniz mümkün mü?
Suud Çarşısı’nın hemen yanında başka bir pazarda da, ikinci el eşyalar satılıyor. Orada da durum farklı sayılmaz gayet renkli ve cıvıl cıvıl. Koltuklar, yataklar, perdeler, tüpler, CD, kitap vs ne ararsanız var. İkinci el bavul bile bulabiliyorsunuz. Tabi bizim pazarlarda göremeyeceğimiz bir şey dikkatimi çekiyor. Burada berberlerin dükkânları yok. Bir ayna bir makas, anında tıraş. Dişçilerde aynı mantıkla çalışıyor. Çarşı Pazar gezerken Cuma vakti yaklaşıyor. Çarşıda bana rehberlik eden Nidaeddin e “Namaza geç kalmayalım” diyorum, o bana “Ne zaman kılmak istersin?” diyor. Böyle sorma sebebi burada Cuma namazları 12.00’de başlayıp 15 e kadar sürüyormuş. Yani bazı camiler 14.00’te bazıları 13:30 da kıldırıyormuş. Saat 14’te kıldıran bir camiye gitmeye karar veriyoruz.
Camiye ulaştığımızda namaza yarım saat kadar vardı. İnsanlar abdest alıyor, Kur’an okuyor, kimi tezgah açmış satış yapıyordu. Caminin hemen yanı başındaki avludan Kur’an sesi geliyordu. Oraya doğru yöneldim. Kapıdan girdiğimde 15 kişinin sıralanıp Kur’an okuduğunu gördüm. Diz çöküp onları dinledim. Okuma sonrasında kendilerinin talebe olduğunu ve hadis, siyer, akaid gibi dersler gördüklerini anlattılar. Buraya kadar her şey normal. Bana garip gelen defterlerinin tahta parçaları olması, kalemlerininse kömür. Ders notlarını kömürle tahta parçalarına yazıyorlar, sonra suyla silip tekrar yazıyorlar.
Ezan okunmaya başlıyor. Burada ezanların makamsız okunduğunu belirmeliyim. Hoca elinde bir asa ile hutbe veriyor. Namazımızı kılıp, camiden ayrılıyoruz.
Bu kez Nidaaddin beni Nil Nehri kıyısına götürüyor. Arabadan iner inmez, ağır bir koku burnumun direğini zonklatıyor. Kusmamak için kendimi zor tutuyorum. Hava 50 derece ve balıkçılar taşlar üzerinde ayıkladıkları balıkların tüm pisliğini oldukları yere döküyorlar. Zamanla bir tabaka oluşmuş ve her seferinde yeni balık pislikleri atılmaya devam ediyor. Kıyıya battı batacak diyebileceğim köhnelikte balıkçı kayıkları yanaşıyor. Örme sepet içerisindeki balıkları tezgâhlara bırakıyorlar. Yanında birkaç genç buldukları bir tenekenin içerisine balık koymuş haşlıyor. Biraz ötede başka birileri Nil’de çamaşır yıkıyor. Nidaaddin buranın “Nileyn” yani iki Nil’in birleştiği yer olduğunu söylüyor. Nil iki ayrı yerden doğuyor. İki kol olarak aktığı tek ülke Sudan ve Hartum’da bu iki kol birleşerek Mısır üzerinden Akdeniz’e dökülüyor. İki Nil’in birleştiği bu noktada bir de Nileyn Camii bulunuyor. Yol kenarındaki meyve tezgâhlarından, muz, cevafa, mango alıp karnımı doyuruyorum.
Nidaeddin beni akşam zikir törenine götüreceğini söylüyor. Prof. Dr. Orhan Kural mutlaka görmem gerektiğini söylemişti. Tarikatların haftada bir ayrı ayrı yaptıkları zikirler yılda bir kez Batı Omdurman’da tören halinde yapılıyor. Biz bu akşam Mikaşfi tarikatının, Cuma zikrine katılacağız.
Akşam yemeğini büyükelçimizin rezidansında yedikten sonra, yola koyuluyoruz. Şehrin biraz dışında bir mahallede, büyükçe bir meydanın ışıklandırıldığını ve süslendiğini görüyorum. Zikir e katılacak tarikat mensupları meydanın etrafında, tek tip entarileriyle sıralanmış. Bir kısım mürit ortada ellerinde tütsü, davul ve zil bekliyorlar. Birazdan Şeyh gelip sohbete başlıyor. Beş dakika süren sohbetin ardından müzik eşliğinde zikir başlıyor. Biraz zikir biraz sohbet derken, saatler sonra cemaatin yarısı transa girmiş oluyor. Gece yarısına doğru halen devam eden zikirden ayrılıyorum. Eve geldiğimde Ramazan ve Hikma bahçede beni bekliyorlardı. Çay ve meyve hazırlamışlar. Oturup sohbet ediyoruz. Ramazan ve Hikma karı koca ve Ethiyopyalalılar. Ramazan burada hem okuyor hem de eşiyle birlikte bu evde hizmetçilik yapıyorlar. Bir de kardeşi Zeytin var. O da burada Arapça öğrenme telaşında. Ana dilleri Oromice. Koyu bir sohbetin ardından, uyumak üzere içeri geçiyorum.
Ertesi günlerin tamamı ve her saniyesi ilginçliklerle dolu geçiyor. Hangi birini anlatmalıyım. Yol kenarlarındaki kanallarda yaşayan sokak çocuklarını mı? Maygoma adı verilen kapısına her gün yeni doğmuş 5-6 çocuğun bırakıldığı ve bu çocukların çoğunun AIDS’li olduğu yeri mi? Secana denilen yaşlı ve sakatların kaldığı yeri mi? Yoksa buralarda kalanların çok şanslı olduğunu mu? Çünkü halkın çoğu sokaklarda, dağda bayırda ve ailesiz yaşıyor. İçimi acıtan, ama gerçekten acıtan birçok şeyi anlatmamayı seçiyorum. Duymamanız bilmemeniz daha iyi olur diyorum. Çünkü elinizden bir şey gelmez. Evet biliyorum, gelmez. Dua etmekten başka…
SUDAN’DA SULAR NEDEN DURULMUYOR?
Sudan 1956 yılında İngiliz Kolonisi olmaktan çıkıp, bağımsızlığına kavuştuğunda 30 milyon nüfusa sahipti. Bu gün yaklaşık 45 milyon olan nüfusunun yüzde 83’ü Müslüman, yüzde 10’u yerel dinler mensubu, yüzde 7’si Hıristiyan’dır. Sudan 1956 yılında İngiliz sömürgesinden kurtulmuştur, ama ülke üzerinde dolaşan kara bulutlardan bir türlü kurtulamamıştır. Sürekli dış güçler tarafından; Ülkede bulunan 300 değişik halk grubu kullanılarak sürekli iç savaşlar çıkarılmış ve bu nedenle Sudan’da sular hiç durulmamıştır.
Sudan konumu itibariyle Afrika’nın kalbidir. Osmanlı idaresinde olduğu 20.yüzyılın başlarında dahi Afrika’nın ticari geçiş noktası olarak kullanılan Sudan bugünde aynı öneme sahiptir. Ayrıca Sudan başta petrol olmak üzere zengin maden yatakları da mevcuttur. Sudan gelişmesini İstemeyenler halen bu ülkeye çeşitli oyunlar oynamaktadırlar.
Evet Sudan’da iç savaş var. Ama halen sorunun neden çıktığı bile tam olarak bilinmiyor. Aslında perde arkasındaki sebep belli. Zengin petrol ve altın yatakları. Güney Sudan bu nedenle ülkeden ayrıldı. Sanırım sıra Darfur bölgesinde. Kısacası Sudan; sudan sebeplerle iç savaşa sürüklenmiş ve sırf bu yüzden milyonlarca kişi hayatını kaybetmiş ve binlerce kişi ülkeyi terk etmek zorunda kalmış. Bugün ülke yeni bir iç savaş yaşıyor. Zaman zaman durulan sular yeniden çalkalanıyor.
Tüm Afrika’da olduğu gibi Sudan üzerinde de çeşitli oyunlar oynanmış ve oynanmaya devam ediyor. Evet Sudan’da açlık var. Ama neden? Bunda ülkeye ambargo uygulayanların iç savaş çıkartanların payı ne?
Yazı Ve Fotoğraf
Ali Sami PALAZ