KALABALIĞIN İÇİNDE TEK KALMIŞ BİR ANTİK KENT ALİNDA’NIN HİKAYESİ

Muğla-İzmir yolunda, bir tarafım türkü tutturmuş bir tarafım da bütün radarlara küfrederken gözüme çarpan bir tabelayla Aydın ilinin, ana yoldan daha fazla radarı olan Karpuzlu ilçesi yolunda buldum kendimi. Yaklaşık 26 km boyunca 80 km/h ile giderken tam direksiyon başında uyuyacaktım ki, köye vardım. Dön, dolaş, yerli halka sor derken “abla, sağdan gir, açık alan göreceksin, arabayı bırak, yürü” dediği yerde arabayı asla bırakmayarak “hımmm bu yol daha ne kadar gidiyor acaba” dedim ve sürmeye devam ettim. Ben her ne kadar arabamı “benim 4x4’üm” diye sevsem de aslen öyle olmadığını hatırlayarak, bildiğiniz, yolun ortasına bırakmak suretiyle antik kentin en yakın gördüğüm yapısı olan tiyatroya tırmanmaya başladım.

Şimdi, hakkındaki bilgilerin MÖ 4. yüzyıl öncesine dayanan Alinda Antik Kenti’ni bir de benim gözlerimden görmeye davet ediyorum seni. Eğer benim gibi zor yoldan, kayalara tutunarak ve çalıları aşarak çıkmak, başlamak istersen gezine, Türkiye’nin en keyifli manzaralarından biri seni karşılıyor olacak.

Alinda isminin tarih sahnesinde en bilinen olayı, tipik Türk dramalarını andırıyor aslında. Elimizde biri Karya Satrabı (vali diyelim biz ona) olan 5 kardeş var bu hikâyede. Birinin ölümünden sonra hiyerarşik olarak Ada isimli kardeşin geçmesi gerekiyorken, Ada’dan küçük olan Piksodaros yönetimi ele geçiriyor. Bununla da yetinmeyen kardeş, Ada’yı Halikarnassos sınırlarından kovarak Alinda’ya sürüyor. Tesadüf o ya, Büyük İskender de o zamanlar Alinda’yı kuşatıyor ama alamıyor. Ada da, Karya yönetimini eline aldığı takdirde Alinda’yı İskender’e vereceğini söyleyerek İskender ile anlaşmaya varıyor ve idareyi geri alıyor.

Şimdi zeytin ağaçlarının işgalinde olan tiyatro, ağaçların köklerinden dolayı kırılmış taşlarıyla buruk bir romantizm yaratıyor insanda. Alinda’nın genel anlamda en etkileyici kısmı ise; doğa ve doğanın sunduğu genişlik/yükseklik gibi değerlere saygı duyularak birtakım yapıların inşa edilmiş olması. Yani tiyatronun oturma sıraları, yamacın doğal yükseltisine dayandırılarak inşa edilmiş.

Tiyatronun, yamacın diğer tarafına aşağı köye doğru bakan ucuna bir Türk bayrağı dikilmiş. Bu bayrağın kenarına oturup aşağıyı izlemek ise benim lüks diye adlandıracağım bir eylem. Koşturmalar, uğultular, gürültüler belki yalnızca bir saatliğine aşağıda kalırken; ben de yukarıda sadece kendimle kalarak, MÖ 4. yüzyılı hayal gücümde yeniden yaratıyorum.

Tiyatronun oturma sıralarının yarım daire şeklini takip ederek diğer tarafa ulaşıyorum. Beni muntazam taşlarla örülmüş tiyatronun çıkış kapısı karşılıyor. Ağzımın açık kalıp benimle agoraya yuvarlanması işten bile değil. O dönemlerde orada yaşamak, şimdi ayaklarımın bastığı o taş koltuklarda bir komedi veya trajedi seyretmek, belki bir gladyatör veya hayvan dövüşü o zamanlardan pek de bir farkı yokmuş diyerek izlemek ve bundan gerçekten keyif alıyor olmak, neye benzerdi, nasıl hissettirirdi?

Bu sorular esnasında tiyatrodan sonra aşağı patika bir yol görüyorum, evraka! Kuş bakışı çektiğim fotoğrafta, tiyatrodan küçücük gözüken sıralı sütunların göründüğü agora gözlerimin önünde giderek büyüyor. Agoraya inen yol; sağa sola atılmış gibi gözüken kırılmış sütunlar ve hangi yapıya ya da yapının hangi kısmına ait olduğu belli olmayan terk edilmiş taş parçalarıyla dolu. Ulaşımı güç, erişimi zor bir antik kent olsa bir nebze “neyse!” diyeceğim belki ama, aşağıda insanlar yaşıyor yahu. Bu antik kentin yarısı köyün içinde, insanlar evlerini antik kentin taşlarından yapmış. Ne bu vurdumduymazlık diye sinirleniyorum kendi kendime.

Agorada yer alan ve dükkânların varlığına işaret eden odacıkların “üzerinden” yürürken, binlerce yıl öncesinden bugüne Kapalı Çarşı kültürüne neler aynı kaldı? Neler değişerek geldi acaba? Soruları öfkemin yerini hayal gücüme bıraktırdı. Ne satıyorlardı, pazarlık kabul ediliyor muydu, müşteri çekmek için uğraşılıyor muydu?

En sonunda masif görünen taşların kapıya benzer çıkışlarından süzülerek gezimi sonlandırdım. İşin komik kısmı; girilen yerden çıkınca, ilerde kalan arabama 1 km yürümem gerekti.

Bir kısmı hala köyün içinde kalmış bu antik kentin bir girişinin, çıkışının, kontrol edenin, sahip çıkanın olmaması ise her bir adımda beni büyüleyen antik kentin kalabalıklar içerisinde terk edilmişliğinin hüznünü yansıttı.

 

Yazı Ve Fotoğraf
Doruk Conker ŞAHİN