İki tişört, bir sırt çantası ile iki buçuk adalık bir yolculuk hikâyesi

Ne uçmanın şehvetine kapılıp da güneşe fazla yaklaşan ve envaiçeşit kuş tüyünden kanatlarını bir arada tutan balmumu eridiği için gül gibi mitolojik hayatından olan Ikarus ve ne de Amerikalı doktorların “Senin ancak 9 aylık ömrün var.” demesinden sonra, “Burada cenaze masrafları çok olur, ailem zorda kalmasın bari.” diyerek ta Ikaria’ya taşınan ve orada bir kırk beş sene daha yaşayıp, hayata yaklaşık 102 yaşında gözlerini yuman Stamatis Moraitis… Benim yedi günlük Chios-Ikaria-Samos hikâyemin efsanevi kahramanı, Ag Krikas’ın yegâne motosiklet kiralayan adamı ve “siesta”ların tembel efendisi Ikarialı Kostas’tır. Ve kendisi, bu hikâyenin devamında yeniden sahneye çıkıp bis yapacaktır;  tabii yine uzun bir güzellik uykusuna dalmaz ise.  

 

Eğlenceli efsanelerden can sıkıcı gerçeklere dönersek eğer, öncelikle Türkiye’den kalkan herhangi bir tekne ile ulaşılamayan bir Yunan adasına ayak basmanın en önemli şartının –pasaportunda kapı gibi bir Schengen vizesi olması dışında tabii- o adaya giden ve makul bir dönüşe imkân veren geçerli bir iç hat gemi tarifesi bulmak olduğu kabul edilmelidir... Çünkü, öyle her adadan gönülden geçen bir diğerine direkt olarak, hoop gidilemediği gibi, bazı adalara haftanın sadece üç günü sefer yapılmaktadır ve yolculuğun zamanı, konaklama süreleri, gidiş ve dönüş tarihleri gibi ana plan bileşenleri hep söz konusu tarife üzerine kurulmak zorundadır… Bu satırların sırt çantalı müellifi, seyahat planlarına başlarken şu iki şirketin web sayfalarına göz atılmasını salık vermektedir: Hellenic Seaways ve Blue Star Ferries.

 

Biraz Sakız

 

Tam da yukarıdaki sebeplerle, komünist partinin her seçimi açık farkla kazandığı, günlük hayatta hiçbir şeyin ama gerçekten de hiçbir şeyin olmadığı, ilk telefonun 80'li yıllarda bağlandığı, ağustos böceklerinin bile daha aheste bir makamla öttüğü, bankaların kredi vermek için 103 yaşından büyük olmamayı şart koştuğu uzun yaşayan insanlar adası Ikaria’ya gitmek için önce Chios (Sakız)’a uğradım. E uğrayınca da üç gecemi burada, Vrontados sahilinde, denizin neredeyse balkonumda şıpırdadığı bir otelde geçirdim. Zaten “sakızlamak” da o günlerde uydurduğum bir sözcük; benim için keyifle uyanılan ve yüzünde hiç eksilmeyen bir tebessümle yaşamak anlamına geliyor.

Binalarının duvarlarına, hızını alamayıp balkonlarının altına ve hatta kilisesine bile desenler işlenmiş, insanları değil bizzat kendisi “tattoo” delisi Pirgi Kasabası, uzun bir yolun sonunda ulaşılan, pırıl pırıl ve buz gibi suyu ile el değmemiş Elintas plajı, insana sadece huzurun hâkim olduğu başka bir gezegende imiş hayalini yaşatan Lagada’sı, Lithi’de insanı kocaman bir dostlukla “köyümüze hoş geldiniz” diyerek karşılayan doğma büyüme Burgazlı Rum’u, bana sadece “Denize girerken mayo giymek de ne gereksiz bir şey!” dedirtmekle kalmayan sayısız ve insansız plajcıkları ve bu uğurda bir scooter üstünde aşılan epey dağlık ve çok virajlı ve yine scooter üstünde cem’an 280 km’yi bulan yollar boyunca insana hiç bilmediği bir dilden aryalar söyleten adaçayı-kekik-katırtırnağı rayihaları ile Dünya güzeli bir ada Sakız.

 

Çok taraflı davranmış gibi olmamak için bir iki not: Ormanlarının yanmış ağaç heykellere dönüşmüş hâli nasıl bu adanın çok üzücü bir şanssızlığı ise, kalamar ızgarayı becerebilen bir lokantaya denk gelememem de benim şanssızlığım olsa gerek… Bir de kalamar ızgara birimi üzerinden yaptığım ilmî mukayeseye göre- adanın fiyatları iki tık yüksek.

 

Sakız notlarıma şunları da yazmışım:

·       “Plaja gider” tabelası olan her yol ayrımının türlü meşakkat ile varılan sonunda seni bekleyenin hayalindeki plaj olmayabileceğini önceden kabul et… Güzelse senindir, doya doya yüzersin.

·       Anladık, kask kafana olmuyor ve takmıyorsun bari şapkanı iyi bağla, hadi bağlamadın, uçunca dümeni bırakıp da tutmaya kalkma şunu! Bu defa olmadı belki ama bir dahaki sefere kesin devirirsin o scooterı.

 

 

 

 

 

 

Palamarları çözelim, Hellenic Seaways’ın Ikaria seferi başlasın.

 

İstanbul’un konserve kutusundan bozma uyduruk “yeni” vapurları, Hellenic Seaways’ın ortalama bir Cruise ebatlarındaki zarif gemisinde 5 saatlik ferah ve dakik bir yolculuk için sadece 14,5 € ödendiğini duysalar ve içindeki Queen Elizabeth konforuna şahit olsalar, utançlarından kendilerini tasarlayanlarla birlikte suyun dibine batarlardı muhtemelen.

 

 

 

Ve sırt çantalı yolcu Ikaria’ya ayak basar.

 

Bu defa Sakız’daki hatamı tekrarlamadım ve oteli sırtımdaki 22 kg’lık sırt çantamla yürüyerek bulmak yerine önce bir scooter kiralamaya giriştim. Zaten efsanemiz Kostas da tam bu sırada dâhil oldu hikâyemize… Yani ismen dâhil oldu da, cismen görünmesi ve bana ikinci savaşın bombardımanından az hasarla kurtulmuşa benzeyen bir scooterini lütfen kiralaması en az iki saatimi daha aldı. Bu ada, acele sözcüğünün Yunanca dâhil hiçbir dilde karşılığının olmadığı bir yer ve Kostas’ın natürel iç saati de adanınkinden iki saat kadar geriden geliyor. Ve ben ilk gün o telaşe içinde (benim dışımda herkes gayet sakindi)  Kostas’ın bir fotoğrafını çekemediğim için çok pişmanım… Dönüşte, on beş dakika erken vardığım teslim saatinde tabii ki yine dükkânında değildi beyimiz, telefonda da uykulu bir sesle “Tamam ya, bırak oraya, anahtarı da üzerinde kalsın!” diye bir şeyler geveleyince, kendisinin muhterem çehresini yansıtan bir portre çekme hevesim de kursağımda kaldı. Kostas’ı da siz hayal ediverin artık.

 

Önceki deneyimlerimden de biliyorum ki, eğer niyet bir plaj şezlongunda pineklemek değil de, bir uçtan diğerine gezmekse adayı, mümkünse orta bölgede konuşlanmak en uygunudur. Ve Therma, sadece bunun için değil, kıyısına vuran her mini dalganın çekilişinde her biri “Beni al, beni al!” diye hışırdayan güzelim çakıl taşları ile süslü, bir köşesinde dipten kaynayan sıcak su (tabii ki şifalı: ) banyosu bulunan pırıl pırıl koyu, fiyat-lezzet mukayesesinde ibrenin daima müşteriye gülümsediği balıkçı lokantaları ve bütün bunları gösterişten uzak bir ağırbaşlılıkla sunan bir köy olduğu için de isabetli bir seçim.  Her işini epey çatlak ve çok neşeli Bulgar göçmeni Elena’nın hallettiği, banyo penceresi eşsiz bir koy manzarasına hâkim pansiyonum ise, 1960’lı yılların İtalyan filmlerinin bağrından kopmuş kadar çekici ve güzel bir yermiş meğerse… Tabii bunda bütün gün bağıra çağıra konuşarak ortalığı velveleye veren gürültücü İtalyan ailesinin payı da var ama önemli olan kendini bu filmde mutlu bir yalnız gezgin rolünde hissetmek ve tadını çıkarmak değil de nedir zaten?

Eğer bir şemsiye ve şezlong müptelası değilseniz, Ikaria’nın güneyde mermer parlaklığındaki çakış taşları sebebiyle rengi photoshop takviyeli camgöbeğine dönüşmüş duygusu yaratan Sheycheller ve kuzeyde şimdi bu uçurumdan düşüp kalacağım endişesi ile aşılan bir patikanın sonunda varılan Apakano gibi plajları var. Ama adanın bir de sorunu var: O kadar kayalık ve dağlık bir coğrafya ki, yukarıdan görülen o masmavi plajlara inmenin yolu yok genellikle ( ben bunu, yakıt göstergemin bir kaşını kaldırıp “Bak benden söylemesi, kalırsın sonra buralarda!” diye uyarmasını duymazdan gelip de iki saat elli dakika viraj aldıktan sonra, adanın batı tarafındaki kıyısına ulaşamayınca anladım); bu açıdan sahiden zor ve pek de davetkâr olmayan bir yer Ikaria.

Pansiyona komşu evde karısı ile, çiçeklerini severek, denizi seyrederek ve sinek avlayarak sakin bir hayat süren 93 yaşındaki Kıbrıslı Georgiu, bu adaya benden önce uğramış bir arkadaşımın “Şu lokantada çok güzel bir garson kız var, mutlaka gör ve benden selam söyle!” dediği Anna (ki ismi Dora imiş meğer, gördüğüm her güzel kıza “Anna sen misin?” diye sorarak hem meşhur hem de rezil oldum), oda parasının küsuratını almayarak beni mahcup eden pansiyoncu Nikos, aklımda güzel Ikaria insanları olarak kalmışlar hep…

 

Günün birinde siz de Ikaria’ya uğrarsanız, Kostas’a bir selam söyleyin benden.

 

 

 

 

 

Aşina bir ada Samos

 

Adanın liman şehri Vathi, ertesi gün bineceğiniz bir tekne falan yoksa, az ötede Kokkari bölgesi dururken adada kalınacak son yer olsa gerek. Akşam, sirtakili selfie müptelası yurttaşlarımın -üzgünüm ama- çekilmez kıldığı, aslında çok sevdiğim Garden Taverna’dan gelmek bilmeyen siparişlerimi daha fazla bekleyemeyip ve bir de bu aşırı suni sirtakiye dayanamayıp ve henüz tadına bakmadığım şarabımı masada bırakıp kaçtığımı burada yüzüm kızarmadan itiraf ediyorum.  Bunu yapmasam, kendi keyifleri için çalıp söyleyen iki adalıya komşu bir masada,  haftanın en iyi kalamar ızgarasını gezinin son Mythos’u eşliğinde yemek kısmet olmayacakmış meğer.

 

Samos’dan Kuşadası’na dönerken, eninde sonunda aynı tekneye binecek insanların neden ille de kuyruğun önüne geçmeye çalıştıklarını anlamak mümkün elbette,  zira tatil bitti ve biz medeniyet gömleğini suyun bu yakasında çıkartıyoruz, âdetimiz böyle... Ama memlekete dönmek için üstüne bir de neden 10’ar € özel liman bedeli ödemek zorunda kaldığımızı hala anlayabilmiş değilim.

 

Şimdi, “Sifnos’a nasıl gidilir, orada da bir Kostas var mıdır?” gibi daha mühim meselelerim var zaten.

 

 

 

 

Yazı Ve Fotoğraf
Selim Çokuğraş