![](uploads/reklam/750x100.gif)
Sanat tarihçilerinin mabedi Ihlara’ya ve
Ihlara’dan sizlere merhaba!
Şimdilerde turistlerin taş çatlasa 3-5
kiliseyi göz ucuyla gezdikleri kocaman manastır kompleksi boyunca 105 kilise
mevcutmuş, biz de göremedik ancak görenler göremeyenlere haber eylesin.
“Görmek” üzerine bu kadar kelime oyunu
yapmışken Göreme’nin eski isminden bahsetmemek olmaz. Eski ismi Korama olan
bölgenin ismi zamanla Göreme’ye yani görme, görünmez, gizli, gizlenmiş anlamına
gelen “gör-e-me” leşim kelimesine evrilmiş. Ihlara Vadisi’nin de en büyük
özelliği buradan geliyor; vadiye gizlenmiş, istese görülemez kaya parçalarının
içerisinde insanlar ibadetlerini gerçekleştiriyor henüz Hristiyanlığın yeni
yayılmaya başladığı dönemlerde. Hem vadiye yukardan bakarken ile vadinin
içerisinde gezdiğiniz hava adeta bambaşka. Aşağısı Antalya’nın iklimi gibi bir
iklimle sizi karşılıyor. Ancak ve ancak sıcak iklimde yetişen meyve sebzeler
burada, vadinin içinde hayat buluyor. Hayvanlardan, düşmanlardan korunaklı,
suyun kenarında, iklimi ılıman, gizli ve korunaklı bir lokasyon; dönemin
rahipleri bundan daha iyisini sahiden bulamazdı.
Kiliseler 6. Yüzyıldan başlayarak 13. Yüzyıla
kadar farklı dönemlere tarihleniyor. Hatta girişi Ihlara, çıkışı işe Belisırma
olan vadide; Ihlara’ya yakın kiliseler doğu etkisi gösterirken, Belisırma’ya
yakın kiliseler daha çok Bizans’tan ilham alınan figürleri yansıtmak konusunda
oldukça başarılı. Bu kiliselerden en bilinenleri ise Ağaçaltı, Sümbüllü,
Yılanlı ve Kırkdamaltı Kiliseleri. Kim bilir kazılsa daha kaç tane daha çıkar
diye düşünmeden edemiyor insan ayrıca.
Ihlara girişinde sizi hemen Ağaçaltı Kilisesi
karşılıyor. Kubbede Pantokrator İsa (Evrenin Hakimi İsa) kompozisyonu, her
zaman yeri belli olan figürlerden. Diğer kompozisyonlar ise henüz çok dağınık,
daha sonraları kilisenin neresine hangi kompozisyonun yapılacağı bir sistem
içine yerleştirilecek ancak henüz birkaç yüzyıl daha var bu bahsettiğimize.
Ayrıca yüzler, kıyafetler henüz çok arkaik, üç boyutluluktan söz etmek pek de
mümkün değil ve asıl göze çarpanların yıldız, iç içe geçmeler, sonsuzluğa
işaret eden kıvrımlı geometrik bezemeler olduğunu söyleyebiliriz.
Ağaç altın’dan çıktıktan sonra Sümbüllü
Kilise’ye devam ediyoruz. Bu sırada, evrimini hala devam ettiren oluşumlar o
kadar göz alıyor ki, yürürken insanın önüne bakmasında fayda var. Eskiden
vadinin arasının daha dar olduğu ancak zamanla, kayalar erozyona uğradıkça
dökülmeleriyle daha da açıldığı söyleniyor. Hatta bu 15-20 sene gibi kısa bir
sürede bile fark edilebiliyor.
Sümbüllü Kilise’nin en can alıcı kısmı,
dışardaki cepheye dekorasyon olsun diye oyulmuş kör nişler, yani içi boş ancak
yuvarlak düzenli sıralı çıkıntılar. O kadar muntazam oyulmuşlar ki, o dönemde hangi
alet edevatla bunu bu kadar simetrik yapmışlar, kafadaki soru işaretleriyle
içeriye giriyoruz. Kilisenin içi oldukça dar ve karanlık, üst katta büyük
ihtimalle rahiplerin uyumaları için bir oda daha inşa edilmiş ancak o dönemdeki
insanların oldukça küçük olduklarını söylemekte fayda var. 1.57 ben bile bel
fıtığı oluyordum az daha o küçük odalara girmeye çalışırken. Gün ışığı
alamamaktandır herhalde diyerek geçtim, yoksa bu komplo teorileri reptilyanlara
kadar gidiyor malum.
Ve Sümbüllüden, benim en sevdiğim kilise olan
Yılanlıya geçiyoruz. Reptilyanlar demişken, bölgede çok fazla “yılanlı” olarak
adlandırılan kilise olması da bi’ acayip. Azizler ya reptilyanlara karşı
savaşıyor, ya herhangi bir ejderha, yılan, uzun kuyruklu hybrid bir varlığın
üzerinde ona hakim konumda betimleniyor. Bu kilisede ise bir yılan dört kadını
cezalandırıyor. En soldaki figür tamamen silinmiş olmasına rağmen, çocuklarını
terk ettiği sebebiyle bir yılan tarafından sekiz yerinden ısırılarak
cezalandırılıyor. Onun sağındaki kadın, çocuğunu beslemediği için göğüslerinden
ısırılarak cezalandırılıyor. Üçüncü kadın iftirada bulunduğu için dilinden,
dördüncü kadın ise itaat etmediği için kulaklarından ısırılarak cezaya tabi
tutuluyor. Eh tabi, bu kadar narin bir coğrafyada hava koşullarından değil de
insan eliyle tahrip edilen tüm o freskleri görmek, bir sanat tarihçisinin
kanına elbette biraz dokunuyor.
Yılanlı’dan çıkıp yürümeye devam ederken
Melendiz Çayı’nın üzerine kurulmuş çardaklarda kahve molası veriyoruz. Buradaki
ördek ve kazlara dikkat, sizin yemeğinize sizden daha çok göz dikiyorlar.
Yabancı turistlerin en çok eğlendiği, kahkaha attığı nokta da burası gibi
gözüküyor.
Son olarak, aslen bir nekropolis (mezarlık)
olan ancak ön tarafının erozyona uğramasıyla keşfedilmiş ve 2018 yılında kazı
çalışmalarının başlamasıyla açığa çıkarılan Kırkdamaltı Kilisesi’ne gidiyoruz.
Gürcü Prenses Tamara tarafından yaptırılan kilisenin naosunda hala prensesin
yattığı düşünülüyor. Dönemin hükümdarı II. Mesut ile iyi ilişkilerde Prenses,
kiliseye üzümler bağışlayarak hükümdara övgülerde bulunmuş ve bu an,
fresklerden birinde betimlenmiş. Tabi fresklerin uğradığı insan eli tahribat ve
zarar ziyandan, bu betimi görebilene aşk olsun.
Hasandağ’ın tüm güzelliğini önümüze katıp gün
batarken evimize dönerken, Ihlara’ya son bir defa teşekkür ediyoruz.
Yazı Ve Fotoğraf
Doruk Conker ŞAHİN