IHLARA’YA VE IHLARA’DAN MERHABA

Sanat tarihçilerinin mabedi Ihlara’ya ve Ihlara’dan sizlere merhaba!

Şimdilerde turistlerin taş çatlasa 3-5 kiliseyi göz ucuyla gezdikleri kocaman manastır kompleksi boyunca 105 kilise mevcutmuş, biz de göremedik ancak görenler göremeyenlere haber eylesin.

“Görmek” üzerine bu kadar kelime oyunu yapmışken Göreme’nin eski isminden bahsetmemek olmaz. Eski ismi Korama olan bölgenin ismi zamanla Göreme’ye yani görme, görünmez, gizli, gizlenmiş anlamına gelen “gör-e-me” leşim kelimesine evrilmiş. Ihlara Vadisi’nin de en büyük özelliği buradan geliyor; vadiye gizlenmiş, istese görülemez kaya parçalarının içerisinde insanlar ibadetlerini gerçekleştiriyor henüz Hristiyanlığın yeni yayılmaya başladığı dönemlerde. Hem vadiye yukardan bakarken ile vadinin içerisinde gezdiğiniz hava adeta bambaşka. Aşağısı Antalya’nın iklimi gibi bir iklimle sizi karşılıyor. Ancak ve ancak sıcak iklimde yetişen meyve sebzeler burada, vadinin içinde hayat buluyor. Hayvanlardan, düşmanlardan korunaklı, suyun kenarında, iklimi ılıman, gizli ve korunaklı bir lokasyon; dönemin rahipleri bundan daha iyisini sahiden bulamazdı.

Kiliseler 6. Yüzyıldan başlayarak 13. Yüzyıla kadar farklı dönemlere tarihleniyor. Hatta girişi Ihlara, çıkışı işe Belisırma olan vadide; Ihlara’ya yakın kiliseler doğu etkisi gösterirken, Belisırma’ya yakın kiliseler daha çok Bizans’tan ilham alınan figürleri yansıtmak konusunda oldukça başarılı. Bu kiliselerden en bilinenleri ise Ağaçaltı, Sümbüllü, Yılanlı ve Kırkdamaltı Kiliseleri. Kim bilir kazılsa daha kaç tane daha çıkar diye düşünmeden edemiyor insan ayrıca.

Ihlara girişinde sizi hemen Ağaçaltı Kilisesi karşılıyor. Kubbede Pantokrator İsa (Evrenin Hakimi İsa) kompozisyonu, her zaman yeri belli olan figürlerden. Diğer kompozisyonlar ise henüz çok dağınık, daha sonraları kilisenin neresine hangi kompozisyonun yapılacağı bir sistem içine yerleştirilecek ancak henüz birkaç yüzyıl daha var bu bahsettiğimize. Ayrıca yüzler, kıyafetler henüz çok arkaik, üç boyutluluktan söz etmek pek de mümkün değil ve asıl göze çarpanların yıldız, iç içe geçmeler, sonsuzluğa işaret eden kıvrımlı geometrik bezemeler olduğunu söyleyebiliriz.

Ağaç altın’dan çıktıktan sonra Sümbüllü Kilise’ye devam ediyoruz. Bu sırada, evrimini hala devam ettiren oluşumlar o kadar göz alıyor ki, yürürken insanın önüne bakmasında fayda var. Eskiden vadinin arasının daha dar olduğu ancak zamanla, kayalar erozyona uğradıkça dökülmeleriyle daha da açıldığı söyleniyor. Hatta bu 15-20 sene gibi kısa bir sürede bile fark edilebiliyor.

Sümbüllü Kilise’nin en can alıcı kısmı, dışardaki cepheye dekorasyon olsun diye oyulmuş kör nişler, yani içi boş ancak yuvarlak düzenli sıralı çıkıntılar. O kadar muntazam oyulmuşlar ki, o dönemde hangi alet edevatla bunu bu kadar simetrik yapmışlar, kafadaki soru işaretleriyle içeriye giriyoruz. Kilisenin içi oldukça dar ve karanlık, üst katta büyük ihtimalle rahiplerin uyumaları için bir oda daha inşa edilmiş ancak o dönemdeki insanların oldukça küçük olduklarını söylemekte fayda var. 1.57 ben bile bel fıtığı oluyordum az daha o küçük odalara girmeye çalışırken. Gün ışığı alamamaktandır herhalde diyerek geçtim, yoksa bu komplo teorileri reptilyanlara kadar gidiyor malum.

Ve Sümbüllüden, benim en sevdiğim kilise olan Yılanlıya geçiyoruz. Reptilyanlar demişken, bölgede çok fazla “yılanlı” olarak adlandırılan kilise olması da bi’ acayip. Azizler ya reptilyanlara karşı savaşıyor, ya herhangi bir ejderha, yılan, uzun kuyruklu hybrid bir varlığın üzerinde ona hakim konumda betimleniyor. Bu kilisede ise bir yılan dört kadını cezalandırıyor. En soldaki figür tamamen silinmiş olmasına rağmen, çocuklarını terk ettiği sebebiyle bir yılan tarafından sekiz yerinden ısırılarak cezalandırılıyor. Onun sağındaki kadın, çocuğunu beslemediği için göğüslerinden ısırılarak cezalandırılıyor. Üçüncü kadın iftirada bulunduğu için dilinden, dördüncü kadın ise itaat etmediği için kulaklarından ısırılarak cezaya tabi tutuluyor. Eh tabi, bu kadar narin bir coğrafyada hava koşullarından değil de insan eliyle tahrip edilen tüm o freskleri görmek, bir sanat tarihçisinin kanına elbette biraz dokunuyor.

Yılanlı’dan çıkıp yürümeye devam ederken Melendiz Çayı’nın üzerine kurulmuş çardaklarda kahve molası veriyoruz. Buradaki ördek ve kazlara dikkat, sizin yemeğinize sizden daha çok göz dikiyorlar. Yabancı turistlerin en çok eğlendiği, kahkaha attığı nokta da burası gibi gözüküyor.

Son olarak, aslen bir nekropolis (mezarlık) olan ancak ön tarafının erozyona uğramasıyla keşfedilmiş ve 2018 yılında kazı çalışmalarının başlamasıyla açığa çıkarılan Kırkdamaltı Kilisesi’ne gidiyoruz. Gürcü Prenses Tamara tarafından yaptırılan kilisenin naosunda hala prensesin yattığı düşünülüyor. Dönemin hükümdarı II. Mesut ile iyi ilişkilerde Prenses, kiliseye üzümler bağışlayarak hükümdara övgülerde bulunmuş ve bu an, fresklerden birinde betimlenmiş. Tabi fresklerin uğradığı insan eli tahribat ve zarar ziyandan, bu betimi görebilene aşk olsun.

Hasandağ’ın tüm güzelliğini önümüze katıp gün batarken evimize dönerken, Ihlara’ya son bir defa teşekkür ediyoruz.

 

Yazı Ve Fotoğraf
Doruk Conker ŞAHİN