
Fas’a gideceğimi duyan ağabeyim, hiç de alışık olmadığım bir
heyecanla telefon edip
“Essauria, diye bir yer var, mutlaka görmelisin; senin gibi
deniz, ahşap tekne ve balık delisi bir adamın bayılacağı bir yer!” dediğinde,
bir yandan “Hımm, tamam, tabii!” diye mırıldanırken, diğer yandan da kendi
kendime, “Aman ya, ismi bile zor; görmesem de olur!” dediğimi ilk kez burada
itiraf ediyorum.
Oysa şimdi, hiç de gizlemeye çalışmadığım bir kıskançlıkla,
Kazablanka’nın grileşmiş beyazına, Fez’in rengârenk tabakhane rayiha(!)sına ve
Marrakesh’in göz alıcı kırmızısına bulanacak yeni Fas gezginlerine ben de hep
aynı şeyi söylüyorum,
“Bak, oralara kadar gitmişken, Essauria’yı mutlaka görmelisin;
görmeden gelirsen bir süre görüşmeyelim.”
Marrakesh’den Essauria’ya otobüs de varmış ama, ben
tercihimi 900 Dirhemime ( 10 Dr= 1 TL
oluyor) kıymak suretiyle 1980 model gemi gibi bir Mercedes taksinin sağ ön
koltuğuna kurulmak ve sağ dirseğimi camdan çıkarıp, Fikrimin İnce Gülü
romanının unutulmaz kahramanı Bayram gibi seyahat etmekten yana kullandım.
Yaklaşık 350 km’lik yol, Marrakesh’in trafik karmaşasından
sıyrıldıktan sonra gayet rahat ve hani şu bizde pek bir marifetmiş gibi
gözümüze sokulan duble yollardan. Truva filmindeki Spartalı Hector’un klon
ikizi diyebileceğim şoförümüz Aziz, gırtlaktan gelen bir Fransızcanın yanı sıra
gayet akıcı İngilizce de konuşan, kibarlığı ile “Aman uyanık olalım da bizi
kandırmasınlar!” diye ikirciklenen, aldatılma travması bol Türk insanını daha
ilk anda mahcup edebilen genç bir Faslı.
Sonradan Sultanahmet’te bile “yüzde yüz saf”ının (!) satıldığını görüp de, içimden güleceğim, her türlü kozmetik ürününde kullanılan meşhur
Argan Yağı’nın üretimi bu yolun iki yanında akıp giden ve genellikle kadınlar
kooperatifi olarark çalışan irili ufaklı imalat yerlerinde yapılıyor.
Essauria’ya yaklaştıkça sıklaşan argan ağaçları da bu bölgenin endemik
bitkileri zaten. Keçiler bu ağacın yapraklarını -ve biçimleri aslında affedersiniz
keçi kakasına benzeyen- sert meyvelerini yemeye bayılıyorlar; hatta alçak
ağaçların üzerine sürü olarak kuş sürüsü misali tüneyip yedikleri de görülüyor.
Faslılar da bakmışlar ki, bu durum özellikle boyunları kameralı şaşkın
turistlerin çok ilgisini çekiyor ve bu ilgi dirheme gayet kolayca tahvil
edilebilir bir şey, zavallı keçileri ayaklarından dallara bağlamaya
başlamışlar… Kartpostallarda falan görülen o ağaca çıkmış keçi fotoğraflarının
ardındaki minik tafsilat da bu maalesef: Bir çift acımasız ayak bağı… İnsanın
fotoğraf makinasını fırlatıp atası geliyor.
Essauria’ya gelelim mi artık? Atlantik Okyanusu’nun tuzlu
rüzgârı ve beyaz köpüklü dalgaları ile yıkadığı, tuhaf ve büyülü bir güzelliğe
sahip kadim bir balıkçı kasabası Essauria. Eskiden bir Roma Limanı imiş, sonra
Portekizliler gelip surlarını yapmışlar; Hristiyan Portekizliler, Musevi nüfusa
karışan Müslüman Araplar derken ortaya biraz da eski Bodrum’u anımsatan bir
kasaba çıkmış. Eski limana ilk girildiğinde özgün biçimlerini ve renklerini kim
bilir kaç yüz yıldır sürdüren sayısız mavi ahşap balıkçı sandalı tarafından
karşılanmak ve tarihi bir film platosunu andıran bu görüntünün tesiri ile
sersemleyip sırtını bir duvara dayamak oldukça standart bir durum sanırım.
İnsanı yaşadığı zamandan öyle kopartıp alan bir dekor ki
içinde gezindiğiniz, kendinizi tıpkı
benim gibi beyaz yelkenini yüzlerce yıl öncesinin Essauria Limanı’na açmış,
livarı ağzına kadar tuhaf balıklarla dolu, ahşaptan ve masmavi bir teknenin
yekesindeki bir balıkçı ya da Game of Thrones dizisinde az sonra nereden
geldiği belirsiz bir okla kim vurduya gidecek bir savaşçı gibi hissetmeniz
işten bile değil.
(Sonradan okudum ki, Orson Welles’in Othello’su yetmemiş,
Game of Thrones’un üçüncü sezonundan bazı sahneleri burada çekmişler zaten)
Şirin cafeleri, butik sanat galerileri, isimsiz
balıkları, iştah kabartıcı kokuları ile
insanı hem baştan hem de diyetten çıkartan balık pişiricileri (ki, eski limanın
ardındaki açık dükkânları şiddetle tavsiye ediyorum, yemeden gelirseniz bir süre
görüşmeyelim. :) Diğer Fas şehirlerinin aksine denizin dibinde, gayet havadar
ve tabii ki bazen daracık sokaklı medinası, fotoğraf meraklılarına zamanın
nasıl geçtiğini şaşırtan manzaraları, uzun ve geniş kumsal plajı ve martıların
okyanus rüzgârına kanat açıp kıpırtısız durarak dekoru tamamladıkları, orada
olmaktan değil de daha fazla vaktinizin olmamasından pişmanlık duyacağınız bir
liman Essauria, benden söylemesi.
Giriş cümlesine dönersek eğer… Evet, bazen büyük sözü
dinlemek gerekiyormuş meğer. :)
Yazı Ve Fotoğraf
Selim Çokuğraş