
Üzülerek belirtmeliyim ki
bu yazıyla birlikte hayatınıza binlerce kalori girecek. Rengârenk sokaklarla
birlikte…
Her yerde duymaya alıştığımız ‘Egede küçük bir
köye yerleşsem’ hayali önceleri bana ne kadar da basit geliyordu. Hâlbuki buraları
karış karış gezince bu fikir çok daha cazip gelmeye başladı. Bu topraklarda
gerçekten bir şeyler var. İnsanın içini kocaman huzurla, umutla dolduran bir
yolculuk, Cunda Adası ile başlayıp Efes’te son bulan mükemmel bir rota…
İnsanların, esnafların sizleri fazlasıyla sıcakkanlı karşıladığı, her adımda
damağınızın şenlendiği, tarihe ve de kültüre doyduğunuz mükemmel bir rotadan
bahsediyorum. Haydi başlayalım;
Cunda Adası; Türkiye’nin
her yeri gerçekten cennet ama ben birinciliği Cunda’ya veriyorum. Nedeni ise
turizm adı altında yapılanlara hâlâ direnebiliyor olmasıdır. Güzellik konusunda
Alaçatı’dan birkaç adım önde olmasına rağmen ‘yapay bir plato’ gibi değil asla.
Doğallığını hâlâ koruyor. Küçücük bir ada. Adanın diğer ismi Alibey Adası. Kurtuluş
Savaşı’nda burada Yunanlılara ilk kurşunu sıkan askerin ismiyle anılıyor. Türkiye’nin
ilk boğaz köprüsünden geçerek ulaşıyorsunuz. Şaka değil, adayı Ayvalık’a
bağlayan köprü, ilk boğaz köprüsü gerçekten. Adayı yürüyerek yarım günde
bitirirsiniz. Arabanızı girişteki otoparka bırakıp olabildiğince yürüyün. Biz gezimize
ilk Taksiyarhis Kilisesi ile başladık. Burası adanın en önemli sembollerinden
bir tanesi. Kilisenin restorasyonu Koç Ailesi tarafından yapılmış. Dışı da
aslına uygun olarak yeniden düzenlenmiş. Işıklandırması, duvar işlemeleri
muazzam. İçinde antika eşyalar ve oyuncaklar var. Bunların yanı sıra gemi
maketleri, minimal dekor eşyaları da mevcut. Buraya müze kartınızla giriş
yapabilirsiniz. Pazartesi günleri kilise ziyarete kapalı. Kilisenin hemen
yanında küçücük, aşırı güzel bir dükkân var. İşletmecisi Nicole Vural. Çok
sıcak, çok ilgili bir insan. Buradan mutlaka bir şeyler alın. Dükkândaki her
şey el yapımı. Nicole aslen Alman. Dükkânda annesinin kıyafetlerine de yer
veriyor. Altmışlardan kalma markalar ve hepsi özenle seçilmiş vintage bir gardırop...
Rum kültürünü sonuna kadar hissettiğiniz bu
adada nefis mezeler var. Gerçekten Türkiye de ki en güzel mezeleri
yiyebileceğiniz yeri söylüyorum. Lal Girit Mutfağı… Damak tadınıza uygun
mezeleri seçmenize işletmecisi Emine Hanım özveriyle yardım ediyor. Yanına da meşhur
ada balığı Papalina. Kızarmış ekmek, zeytinyağlı meze tabağı, papalina ve dilerseniz
geniş şarap menüsü. Buradan mutsuz ayrılmanız mümkün değil. Sokağın sonuna
doğru gittiğinizde denizle buluşursunuz. Güneşi sahilde batırmayı sevmeyen var
mıdır? Hiç sanmıyorum. Güneş kızıllığı minik balıkçı teknelerine vururken ki
manzara muazzam. Meşhur Taş Kahve’de kahvelerimizi yudumlarken adanın bu haline
yeniden ve yeniden âşık oluyoruz. Sonra buradan İzmir’e doğru yola çıkıyoruz.
İzmir yaklaşık iki saat sürüyor. Otelimize yerleşip dinleniyoruz.
Sabah önceliğimiz Kızlarağası Hanı. İzmirliler
keyfine çok düşkündür. Sabah uzun uzun kahvaltılarını yapmadan evden çıkmazlar.
Bu yüzden buraya saat 10 gibi gelin ki tüm dükkânlar açılmış olsun. Burası
müthiş bir pasaj. Her çeşit insanla karşılaşabilirsiniz.
Dükkân sahipleri rengârenk.
Türk, Rum, Yahudi ağırlıklı. Hepsinin kültürü pasaja işlemiş. Buradan kıyafet,
dekoratif eşyalar alabilir, küçük meblağlarla büyük alışverişler
yapabilirsiniz. Leziz yemekler ve tatlılar da cabası. ‘Abbas’ın Yeri’nde de öğle
yemeğinizi yiyin.
Çeşit çeşit mezeler ve lezzetli ev yemekleri.
İşletmecisi Girit göçmeni. Muazzam güzellikte menüler çıkartıyor. ‘Size
bırakıyorum’ deyin gerisi damak şenliği. Efsane cacığını ve zeytinyağlılarını
mutlaka deneyin. Buradan ‘Hisarönü Tatlıcısına gidip kaymaklı şambali yiyin. Böyle
bir lezzete rastlamış olamazsınız.
İzmir’den ayrılıp
Alaçatı’ya doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 45 dakika süren Çeşme yolu üç şeritli.
Burası yapılırken halk çok söylenmiş: “Çeşme’ye böyle yatırıma ne gerek var,
iki şerit neyimize yetmiyor”, “Belediye manasız para harcıyor”. Şimdi ise bu
yollar gerçekten yetersiz kalıyor. Hangi İzmirli ile konuşsam Alaçatı bundan 10
yıl önce çok daha güzeldi diyor. Bu kadar insan seline hala alışamamışlar. Tabi
öncesinde bu güzellik sadece onlara özeldi. Alaçatı garip bir yer. Kendine has
bir güzelliği var ama kocaman bir dizi platosu gibi. İnstagram için hazırlanmış
kocaman bir plato. Her şey doğallıktan o kadar uzak ki. Diyelim ki oturup bir
kahve içeceksiniz, içtiğiniz fincana göre fiyatı değişiyor. Şaka değil.
Fotoğrafta güzel çıkan fincanla kahve içerseniz 25 Lira, normal bir fincanla
içerseniz 15 Lira. Dar sokakları, taş evleri, renkli begonvilleri etkileyici.
Tarihi değirmenden aşağı inerek dar sokaklarda yürüyoruz. İmren Pastanesi’ne
oturup bir fincan kahve ve damla sakızlı kurabiye yiyin, küçük esnaflardan
alışveriş yapın ve esnaflarla konuşun. Alaçatı esnafları gerçekten çok ilgili.
Sahile kadar giderseniz sizi sörfçüler karşılayacak. Burası sörf için dünyanın
en uygun yerlerinden bir tanesi. Daha fazla kalacaksanız birçok sörf okulu var.
Haftalık olanlarına katılabilirsiniz. Dinlenmek için buradaki butik otellerden
birini tercih edebilirsiniz.
İki gün boyunca manzaraya doyduğumuz için
üçüncü günü biraz daha tarihi mekânlara ayırıyoruz. Bunun için Selçuk’a doğru
yol alıyoruz. İlk durağımız Meryem Ana Evi. Burası belediyeye ait. O yüzden müze
kart geçerli değil. Giriş ücreti
yerliler için 13 Lira. Bu güzelliğe az bile. Şimdi Hogwards yolunu hayal edin.
İşte burası öyle bir yer. Ağaçlarla çevrili patikadan yürüyerek Meryem Ana Evi’ne
doğru çıkıyorsunuz. Buranın enerjisi olduğuna yemin edebilirim. Özellikle su
sarnıcının bulunduğu yerde içiniz huzurla doluyor. Hristiyanlar hacı olabilmek
için buraya geliyorlar. Yılda bir kez ayinleri var. Ama maalesef bu ayine
Hristiyan olmayan hiç kimse katılamıyor. Kuş sesleri arasında doğayla baş başa bir
yarım saat. Burası favori yerlerimden bir tanesi. Burada olmayı çok seviyorum.
Başınızı kaldırdığınızda ağaçların arasından süzülen ışıklarla gökyüzüne bakmak
büyüleyici.
Efes buraya çok
yakın. Yaklaşık 15 dakika sonra Efes Antik Kenti’nde oluyoruz.
Efes… Şimdi kendinizi Helenistik Dönem
de hayal edin. Gladyatör sandaletleriniz, organik kumaştan uçuş uçuş bir elbise
ve saçınızda zeytin yapraklarından yapılmış bir taç… İyonyalılar buraya
gelip gerçek şehircilik ne demek tüm dünyaya göstermişler.
Sonrasında Bizans, Selçuklular ve Osmanlılar
buraya hâkim olmuş. Fakat fazlasıyla Anglo-Saxon bir şehir. Ege’deki 12 İyon
kentinden biri ve içlerinden en zengin olanı diyebilirim.
Şehre adımınızı attığınızda öncelikle
sizi su boruları karşılıyor. Borular gelir durumuna göre değişiyor.
Ne kadar zenginseniz evinize o kadar fazla su alabilirsiniz. Sınıfsal ayırımı
sonuna kadar hissedebileceğiniz bir şehir. Dar yollardan geçe geçe şehir turu
yapıyoruz. Yürüdüğünüz tüm yollar mermer. Yabancılar bu durumu hayretle
karşılıyorlar. Ülkelerinde mermer çok pahalı olduğu için hayranlıkla bakıyorlar
her taşa, her sütuna… Antik kentlerde en keyifli yer çarşı alanıdır. Çünkü en
çok oraya özenilmiştir. Efes de öyle. Öncelikle Herakles Kapısı’ndan
geçiyorsunuz. Diğer adıyla Herkül Kapısı. Burada kollarınızı iki yana açıp kapı
sütunlarına dokunabiliyorsanız güçlü sayılıyorsunuz. Bu kapıdan geçtikten sonra
şehrin en çok ilgi gören yerine ulaşıyoruz. Umumi tuvalet. Herkesin birlikte
tuvalet ihtiyacını gidermesi dışında burada felsefe, bilim ve siyaset
konuşuluyor olması oldukça garip geliyor. Bu tuvaletleri yalnızca üst
tabakadakiler ve aydınlar kullanabiliyor. Şehirde kanalizasyon alt yapısının
bulunduğunu buradan anlıyoruz. Buradan çıktığımızda sokağın sonunda bizi bir
yılan heykeli karşılıyor. Eczacılığın simgesinin yılan olmasının gizemini tam
da burada öğreniyoruz.
Efes fotoğraflarının en bilineni Celsus Kütüphanesine ulaşıyoruz. Asya eyaleti
konsülü Julius Celsus adına yapılmış anıt mezar da burada. Aslında
zamanındaki kütüphanelere oranla çok az parşömen kitap ruloları var. Yani amaç
kütüphaneden ziyade görkemli bir anıt mezar. Antik kentte en iyi burası
korunmuş. Ön cephesinde dört tane kadın heykeli var. Bu heykeller akıl, kader,
ilim ve erdemi simgeliyorlar.
Bir sonraki durağımız ise meşhur antik
tiyatro. Buranın akustiği dünyaca meşhur. Düşünebiliyor musunuz? Bundan 5000
yıl önce yapılmış bir yerde İzmir Senfoni Orkestrası konser veriyor. Gerçekten
muazzam. Burası büyüleyici bir yer. Harika fotoğraflar çekebilirsiniz.
Buraya müze kartınızla girebilirsiniz zira giriş ücreti 72 Lira. Buradan
sonraki durağımız, Şirince…
Şirince, 2012 yılında apar
topar hayatımıza girmiş küçük bir köy. Aniden tüm gözler buraya çevrildi. Maya
takvimine göre kıyamet 21 Aralık 2012 de kopacak ve yalnızca İzmir’deki
bu küçük köy kurtulacaktı. Tüm dünya buraya akın etti. Buna inananlar, merak
edenler… Ama kıyamet kopmadı. Bundan 15 asır önce yaşamış olan Mayalar, buraya
turizm adına büyük bir yatırım yapmış oldular. Kıyamet senaryolarından
sonra da bu güzel köyün yıldızı parlamaya devam etti.
Yıllar önce ismi aslında ‘Çirkince’ imiş.
Ünlü İzmir Valisi Kazım Dirik “Bu güzel köye Çirkince değil ancak Şirince
denir.” demesiyle çalışmalar başlamış ve ismi değiştirilmiş. Öncelikle çok
güzel bir havası var. Gerçekten oksijene doyabileceğiniz kadar temiz. Tam bir Ege
köyü. Burada çok güzel yürüyüşler yapabilirsiniz. Dar sokakları birazcık dik,
bu yüzden zorlayıcı bir parkur diyebilirim. Ev yapıları itibariyle
Safranbolu’yu hatırlatıyor. Bolca ağaç görebilirsiniz etrafınızda. Geldiğinizde
mutlaka kabak çiçeği dolmasını yiyin. Çeşit çeşit gözlemeler de seçenekleriniz
arasında bulunsun. Köz patlıcanlı kaşarlı gözleme gerçekten denemeye değer.
Şaraplarıyla meşhur olan bu köyde meyve şarapları fazlasıyla
popüler. İçlerinde en meşhuru, ödüllü şarapları da bulunan Vinis.
Karadutlusu muazzam. Muhakkak deneyin ya da satın alın. Neredeyse geçtiğimiz
her dükkânda kumda kahve yapıyorlar. Tatmadan buradan ayrılmayın. Bu köy
Nesin Matematik Köyü’nü de bünyesinde barındırıyor. Buraya otobüs
çıkamıyor. Öğrenciler genellikle traktörlerle okula ulaştırılıyor. Eğer
yeşillikler arasında dev bir taş ev görmek istiyorsanız siz de çıkabilirsiniz.
Artık eve dönüş vakti. Bu rotayı mutlaka deneyin, asla pişman
olmazsınız. Her adıma bir renk adı verin. Cunda mor mesela benim için, Alaçatı
mavi, Efes sarı, Şirince yeşil… Gittiğiniz, gördüğünüz her yerde başka bir şey
öğreneceksiniz, her adımda bir şey ekleyeceksiniz hayatınıza. Dünya gezerek çok
daha anlamlı. Gustave Flaubert’in
dediği gibi “Gezmek insanı alçakgönüllü yapar, dünyada ne kadar küçük yer
kapladığınızı görürsünüz...”
Yazı Ve Fotoğraf
Nur Nazıyok