DEATH VALEY'E KARAVAN BİR İKİ - HAYDEE

Los Angelos’dan çıktım yola, selam verdim sağa sola... İlk gece Barstow RV Parkı’nda konaklıyoruz. RV, recreational vehicle’ın kısaltılmış hali, yani karavan demek. Şoför kısmının üstünde bir boşluk var, oradaki çekmece türü tahtayı çekince oluyor mu size cihannüma bir yatak? Sağ taraftaki masa kapanıyor ve iki yanındaki koltuklarla birleşiyor, iki kişilik bir yatak da orda oluşuyor. Sol taraftaki tek kişilik kanepede açılıp iki kişilik yatak oluyor. Bir de karavanın arkasındaki özel oda var. 


1881’de Calico’da gümüş bulununca buraların kaderi bir anda değişmiş. 86 milyon $’lık gümüş, 45 milyon $’lık da boraks çıkarılmış, bu 22 salonlu, 1200 nüfuslu kasabada. O dönemlerde ki her kasaba gibi, bir Çin mahallesi, bir de kırmızı ışıklı malum mahallesi varmış elbette. Gümüş ons’u 1,31 $’dan 63 cent’e düşünce kaderine terk edilmiş buralar. Hâlâ gümüş varmış buralarda ama işleme maliyeti 9 milyon ve değeri ise 6 milyon. Bugün Calico’nun nüfusu sadece 9 kişi. Onlarda çalışanlar. Gerçek ev sahipleri ise bembeyaz sincaplar. Onun haricinde adı gibi ‘Calico Ghost town’ yani hayale şehir! 


Adamın teki oldukça açılı bir yamaca ev yapmış. Evin zemini o kadar yamuk ki içeri girdiğiniz de başınız dönmeye başlıyor ve yerçekimi sizi bir yöne doğru çekiyor. Su yalağı her ne kadar yokuş aşağı duruyor gözükse de, su yokuş yukarı akıyor. Süpürgeyi odanın ortasında öylesine bırakın, hiçbir yere dayamaya gerek duymadan kendi başına ayakta duruyor.  


‘Baker’ kasabasında dünyanın en büyük termometresini görüyoruz. Hava o kadar sıcak ki ısıyı ancak böyle büyük bir termometre ölçmeye cesaret edebilir. Ne de olsa 3.3 milyon akrelik Death Valley’e birkaç saat mesafede bir yerdeyiz. Sanki otomatik araba yıkama makinasının kurutma bölümünün önünde duruyorum. Aramızda ‘gittim, gördüm, öldüm’ diye espri yapıyoruz. Gözlük takmadan dışarı çıktığınızda sıcaktan gözleriniz yanmaya başlıyor. Rüzgâr keşke esmese diyorsunuz. Sıcaklık zaman zaman 52 C dereceye çıkıyor. Oda gölgede. Ha bu arada hiç gölge yok! Olacak şey değil arabaların arasında, gündüz gözüyle bir tilki dolaşmakta. Bırrr…


Arabanız bozulursa sakın arabadan inip bir yerlere yürümeye falan kalkmayın, kavrulup kalırsınız diyor tüm tur kitapları. Cep telefonları da nanay! Death Valley, Batı yarımkürenin deniz seviyesinin 85m altında en alçak noktasına sahip, aynı zamanda 10km ötesi 3381m yüksekte. 


Her yerde bulamayacağınız 900 farklı bitki, kum tepeleri, eski boraks madenleri, tuz gölleri, değişik kaya formasyonlu vadiler, mermer, mozaik kanyonlar, volkanik kayalar, joshua ağaçları ve uçsuz bucaksız çöl, görebileceklerinizden sadece bazıları. Bitkilerin bazıları su bulabilmek için köklerini bir insan boyunun on katına kadar yer altına uzatmayı başarmışlar. Kanguru fareler bir damla su içmeden tüm hayatları boyunca yaşayabiliyorlar. Yedikleri kuru tohumlardan suyu sağlıyorlar. Böbrekleri ise bir insana göre idrarlarını beş kez konsantre ediyor. Bilim adamlarına göre dünyanın geçirdiği her büyük jeolojik döneme ait kaya formasyonunu burada bulmak mümkün. 


1849’da California Sutter’s Mill’de altın bulununca, Amerika’nın her yerinden bu bölgeye akın başlamış. Bu dönemde göç edenlere ‘kırkdokuzlular’ adı verilmiş. Salt Lake City’e gelenler yiyeceklerini alır, kış başlamadan çölü geçermiş. Zira kar Sierra Dağları’na düşünce geçit vermezmiş ve Donnor ailesi dağlarda yakalandıkları fırtınada ölmüş. Ekim’de bir grup daha Salt Lake City’e varmış ama dağları geçmek için oldukça geç bir vakitmiş. Haritada çölden geçen kestirme bir yol gözüküyormuş. Böylece 800km kazanacaklarmış. Çölde kanyonla karşılaşınca çoğu geri dönmüş. Yirmi vagon günler boyu kanyonu geçmeye çalışmış. Haritayı elinde tutan genç ise sabırsızlanmış ve gece grubu terk etmiş. Diğerleri ise batıya doğru gitmeye devam etmiş. Aylar boyunca Nevada ve California çöllerinde dolaştıktan sonra İspanyol çiftçiler tarafından kurtarılmışlar. Grupdan sadece bir kişi ölmüş. Ama yine de bu vadiye ‘Death Valley’ yani ‘ölüm vadisi’ adı verilmiş.


Burası hayalet şehir cenneti. Rhyolite taşından adını alan şehir saman alevi gibi bir yer. 1904 altın göçüyle ortaya çıkmış. 1905-1912 yılları arasında 3500-10 000 yerleşeni olan bu kasaba 1919’da terkedilmiş. Popüler günlerinde elli maden, üç su sistemi, üç tren hattı, telefon, telgraf ofisi, elektiği, üç gazetesi, operası, bir senfonisi, beyzbol takımı, tenis sahaları, üç yüzme havuzu, iki hastanesi, sekiz doktoru, iki dişçisi, 19 hanı, 18 bakkalı, 53 barı, bir Katolik, bir Presbiteryan kilisesi ile bir mantar şehirmiş. NY’tan direk mücevher getiren bir mücevher dükkânı bile varmış. Kontes Morajeski dondurmacı bile açmış.


1906’da 76 yaşındaki Avustralya’lı Tom Kelly, evinin duvarlarını 30 bin ‘Budweiser’ bira şişesi ve çamurla örerken millet dalga geçmiş. Bölgeye o günlerde tren yolu daha gelmediğinden, yapı malzeme dükkânları da her köşeye bitmediğinden en ucuz yolu buymuş. Su çölde en pahalı materyal olduğundan, Tom topladığı bu şişeleri yıkama zahmetine bile girmemiş. Ev hâlâ sapasağlam ayakta duruyor. Tüm duvarlar şişelerle kaplanmış. Bahçe de cam kırıklarıyla süslenmiş. 


Üç katlı İtalyan mermerli, mahogany parkeli, elektrikli, tuvaleti içinde ‘Cook’ bankasının artık sadece iskeleti kalmış. İnsanlar taşınırken evlerin işe yarayabilecek kısımlarını söküp götürmüşler ki, yeni evlerinin inşaatında kullanabilsinler. O yüzden de evlerin sadece dış cepheleri kalmış. 


Gece karavanda ki musluğu açıyoruz elimiz yanıyor. Su durduğu yerde kaynamış anlayacağınız. Death Valley’in gecesi muhteşem güzel, etrafta ışık kirliliği olmadığından binlerce yıldızı üstümüze çekip uyuyoruz. 


Herkesin bir kabiliyeti vardır. Walter Scott’ın (Scotty) ki de palavra sıkmak. Herkese Death Valley’de altın madeni olduğu masalını anlatıp hisse senetleri satmış. Ali’den aldığını Veli’ye harcayıp mükemmel bir hayat sürmüş. California ve Nevada otellerindeki harcamaları dillere destan olmuş. Hakkında o kadar çok hikâye anlatılırmış ki. Yok madene giden kapı yatağının altındaymış, yok madenin girişi bir uçurumdaymış da hergün bir iple iner çıkarmış. Bu kadar zenginlik dedikodusuna hükümet neden vergi ödemediğini araştırmaya başlamış tabii. “İşadamı değilim ki!” demiş. “Altın bulma ümidini yaşatıyorum, maden arayıcısıyım,” demiş görevliye. 


Kentucky’deki evinden küçük yaşta kaçan Scotty, 1890’da Buffalo Bill Cody ile Vahşi Batı şovunda ata binme akrobasileri yapmaya başlamış. Her tür akrobatik ata binme gösterisi sergiliyormuş. On iki sene dünyayı bu şekilde dolaşmış, ta ki bir gün işe geç kalıp Buffalo Bill tarafından kovuluncaya kadar. 


Kimisi şatonun Scotty’nin olduğuna inanadursun aslında şato Scotty’nin arkadaşı Albert Johnson tarafından yaptırılmış. Johnson 1899’daki bir tren kazasında sırtını incittikten sonra sırt ağrılarından şikâyet eden, asıl mesleği mühendislik olan, Chicago’lu bir sigorta yatırımcısıymış. Johnson oldukça dindar ve etrafında saygı duyulan bir insanmış. Scotty ile ortak bir yanları yokmuş anlayacağınız. O da Scotty’nin tuzağına düşüp şu nerde olduğu bilinmeyen altın madenine para yatırmış. Johnson altından payını almayı bekleye dursun, aklına gelen gelmeyen her tür terslik gelmiş madenin başına, Scotty’de hikâye bol nasılsa, oyalayabildiği kadar oyalamış adamı. Johnson sonunda madeni görmek istemiş. Scotty temmuzda gel beklerim dediyse de, Johnson akıllı çıkıp kavurucu sıcak yerine kış mevsiminde gitmiş. Death Valley’in kuru havası Johnson’un alerjilerine ve küçükken geçirdiği tren kazasından kalan sırt ağrılarına iyi gelince her sene vadiye gelir olmuş. Madeni bulamamış ama sağlığına kavuşmuş. On sene sonra 1920’de burada bir kışlık ev yaptırmaya girişmiş. Scotty bu, durur mu? Herkese iki milyon dolara ev yaptırmaya başladığını anlatmış. Elbette paralar altın madeninden gelen kazançtan. Johnson’da az değil hani. Bu oyuna katılmış, gazetecilere Scotty’nin bankacısı olduğunu ve evi Scotty’nin yaptırdığını söylemiş. Sonraki yıllarda şatonun bir kısmını otel olarak kullanmışlar. İnsanlar ülkenin dört bir yanından, Amerika’nın en zengin altın madeniyle neler yapılabildiğini görmeye gelmiş. 


Şatonun çinileri İspanya’dan getirilmiş ve özel olarak şato için dizayn edilmiş. California’nın özel ağacı olan ‘redwood’ ağaçlarından yapılan tavan, yerine yerleştirildikten sonra oyulmuş. Şato enerji açısından kendi kendine yeten bir ev. Enerji nehirlerden sağlanıyormuş. Ev sıcak olmasın diye perdeler sürekli kapalı tutuluyormuş. Odalardaki küçük kapakçıklar bir zincir vasıtasıyla açılınca, bodrumda bulundurulan soğuk suyun üstüne üfletilen hava odalara yavaşça püskürtülüyormuş. Bitirilseymiş, ABD’nin 83m uzunluğunda zamanının en büyük yüzme havuzuna sahip şatosu olacakmış. Bir avize 250 kg ağırlığında. Scotty koyun derisinden yapılan perdeler için eşek derisinden diye hikâye düzüyormuş. Müzik odasında dizel yakıtla çalışan bir org var ve kendi kendine çalan bir de piano. 50.000$’lık org malesef sıcaktan bozulmuş. İnşaatta çalışan Kızılderililerin eşleri de onlarca sepet örmüşler, Bayan Johnson’a. Bugünlerde tanesi 300$’a satılıyor, siz sadece sepette yatan serveti düşünün. Johnson, sırf stako duvarlı bu şatonun mobilyalarını yaptırabilmek için bir mobilya fabrikası satın almış. Alkol ateşiyle alazlanan mobilyalar antika görünümüne sahip olmuş. 


Aslında Scotty bu şatoda yaşamamış ama namı yürüdüğü için herkes bu şatoyu Scotty’nin şatosu diye adlandırmış. Scotty sadece misafirleri eğlendirmek için geldiğinde şatoda kalmış. 


Johnson bir gün karısıyla şato yakınlarında bir araba kazası yapmış ve karısı ölmüş. Kendini hiç affetmeyen Johnson 2.5 milyon $’a mal olan şatoyu devlete 850.000 $’a satmak istemiş ama savaş zamanı olduğundan devlet ilgilenmemiş. 


Sevgili okuyucum şimdi kaçmak zorundayım, karavanın pis suyunu birinin boşaltması gerekiyor. İş başa düştü... 

Yazı Ve Fotoğraf
Mehpare SÖZENER