
Başkaları, mesela Monterossa’daki otelin resepsiyonunda
uyuşuk görevliyi beklerken karşılaştığımız 80’lik çakı gibi Kaliforniyalı,
Cinque Terre’ye gitmeye nasıl karar veriyor, en ufak bir fikrim yok. Benim
yeterince sihirli olmadığı için “sükut-ı hayal”e sebep olacağından dehşetle
endişe ettiğim pek sıradan hikâyem ise şundan ibarettir:
Yağmurun gökten damacana ile boşaldığı bir kış sabahıydı,
Google’a girip, “Cinque Terre” yazdım (başka bir zaman “Ischia Island” yazmayı
da planlıyorum) ve karşıma çıkan fotoğraflara yaklaşık üç dakika kadar
büyülenmiş gibi bakakaldım… Sonra neler yaptığımdan ben de pek emin değilim
ama, sol elim, ucuz uçak bileti arama sitelerine (ki hüsrana uğradım) ve iki
gözüm de booking.com’a kendiliğinden gitmişler sanırım. Ve güneşin bana “suret-i mahsusa”yla tebessüm
ettiği bir Eylül gününde kendimi bundan sadece 10 gün önce oturduğum yer olan
ve bazen mutfağa gitmek için bile kalkıp uzaklaşmaya kıyamadığım sevgili kanepemde
değil, Floransa’dan Monterosso’ya giden bir trenin koltuğunda buldum!
Bu, her biri diğerinden şekerrengi, komşusuna hem benzeyen
hem de kendi şahsiyeti olan “beş köy”, Liguria Denizi’nin kıyısına -La Spazia
istasyonundan başlayarak kuzeye doğru- Riomaggorie, Manarola, Corniglia,
Vernazza ve son olarak da Monterosso şeklinde sıralanıyorlar (Siz bakmayın benim bu coğrafi ukalalıklarıma,
çoğunun ismini yanlış yazıp yanlış söylüyorum hâlâ!). Daha kuzeydeki Genova’ya
doğru meşhur Portofino ve Pisa da, bir saatten uzun olmayan bir tren yolculuğu
mesafesinden, “Gelmişken insan bize de bir uğrar!” diye işmar ediyorlar insana.
O kutlu tren koltuğuna yaslandığımda, Cinque Terre için
olduğu kadar olmasa da, Floransa’dan başlayacak 4,5 saatlik tren yolculuğu için
de heyecanlıydım; bir ülkenin içinden köylere ve kasabalara uğrayarak ve
sürekli değişen manzaralarını izleyerek seyretmek, uçağa binip hoop diye diğer
alana inmekten çok daha zevkli bir şey bence. Neyse, bilet damgamız eksik
olduğu için ödediğimiz 5’er € ceza dahi bu zevki bozamadı.
Üç gün sonraki Genova trenine körkütük sarhoş binip tüm
vagonu terörize eden, iğrenç şarkılarla ortalığı inleten, baş üstü raflarında
donlarını düşüre düşüre barfiks çekip yerlere yıkılan iki İtalyan -ki biri
Deniz’e göre yaşayan Frank Gallagher’di ( Bkz Shameless)-, bize daha yakın, aşina
ve samimi geldiler; Deniz onlara hiç kızmadı, hatta engel olmasam ayağa kalkıp
alkışlayacakmış gibi bir eğlenen bir yüz ifadesi ile izledi. Bir çok
turist-yolcu, vagonu yaka silkerek terk ettikten epeyce sonra, minnacık bir
kondüktör abla gelip “Hadi canım, hadi!..” diye omuzlarına pıt pıtlayarak attı
bunları vagondan da ortalık sakinledi; bu gâvur İtalyan milletinin ayyaşları
bile efendi oluyor canım!
Bu arada, Monterosso trenine aktarma yapacağımız istasyonda
daha epey bekleyecekken, biletimiz olmamasına rağmen “Gelin sizi bırakalım!”
diyerek bizi trenlerine alan (Uydurmuyorum, aynen böyle cereyan etti.) isimsiz
makinist ve kondüktör Carlo’ya buradan “molto grazie” demeyi bir borç bilirim.
Epeyce oyalandık,
artık Monterosso’ya gelelim ve trenden inelim biz.
Monterrosso, Cinque Terre’nin başkenti gibi; uzun kumsal ve
plaj(lar) sadece burada bulunuyor. Plajların büyük bölümü, aralarda “halka
açık” kısımlar da olsa, askeri kampları çağrıştıracak denli düzenli
şezlong-şemsiye sıralarından oluşuyor ve giriş epey -Uffizi Galerisi’nden bile-
pahalı. Zaten insanların çoğu, açık plajları tercih ediyor ve plajın büyük
bölümünü işgal eden şezlonglu bölgeler bomboş iken, daracık açık bölgeler
azımsanmayacak kadar kalabalık oluyor (Sanırım bu bölgenin ruhuna hiç uymayan
tek durum da bu.). Bu kalabalığa rağmen kimsenin diğerine bir rahatsızlık
vermediğini yazmak boynumun borcu.
Köy, bir tünelle birbirine bağlanan yeni ve eski köyden
oluşuyor. Eski köyün artık olmasa şaşıracağımız güzellikteki ara sokakları,
gösterişi az, lezzeti bol lokantaları ve her köşeden gelen bir müzik ya da şen
kahkaha sesleri ve sarımsakta pişmiş karidese karışmış kalamar dolması
rayihaları, gerçekten “Nereye geldik biz?” dedirtiyor insana.
Sonunda Monterrossa’ya geldik, şimdi de sadede geleyim:
Burası, diğerlerine nazaran Cinque Terre’nin en “turistik” ve en kozmetik köyü
kanımca. Aşırı düzenli, hizaya geçmiş şezlonglu hâlini, koyun kuzey kıyısını
kapatmış otoparkı ayrıca yadırgadım. Bir dahaki sefere, konaklamak için çan
sesleri, martı çığlıkları ile uyanacağım bir köyü ya da en azından eski köy
tarafını seçeceğim… Ve tercihim, Manalora ya da Vernazza’da mutfaklı bir oda
tutmak olacak gibi geliyor. Sonradan keşfettim ki var böyle keyifli odalar.
Vernazza’ya doğru bir patika…
İlk sabah, sırtımda hafif bir sırt çantası ile bir sonraki
köye doğru yürümeye ( “Yürümek”, bu iki keçinin yan yana yürüyemeyeceği
darlıktaki patika için, tırmanmak ve arşa doğru yükselen sayısız merdivenleri
çıkmak manasına geliyor.) başladım… Da ne oldu? Daha 500 m kadar çıkmıştım ki,
kepenkleri kapalı ahşap bir kulübe ve kapısında bekleyen bir Norveçli ile
karşılaştım; patikalarda yürümek için de bilet almak gerekiyormuş, yoksa yolun
sonundaki kulübede ceza yazıyorlarmış meğerse. Kulübe saat 9’da açıldığında,
ülkesini ferdi olarak temsil eden benim dışımda İngiliz, Amerikalı, Fransız,
Hintli gruplar ve bizim Norveçliden oluşan epeyce uzun bir kuyruk olmuştuk
kapıda. Wifi CinqueTerre şifresini ve
trenleri (Köyler arasında sık tren seferleri de var; tek yön 2,8 €.) de içeren günlük bir karta 12 € bayıldım. Patikanın
diğer ucunda kimse bilet falan sormadı, biletimi hatıra olarak saklıyorum.
“Bunca zamandır hunharca ‘kardiyo’ yaparım, böyle merdiven görmemiştim!”
demek istemiyorum (gerçekten annem yaşında ve son derece fit insanlar,
ellerinde sopaları deliler gibi yürüyorlardı, onlardan utanırım); zira yol, insanı tepeden atlamaya kışkırtan
deniz manzaraları, bin bir renge bürünmüş kelebekleri, kuş cıvıltıları, orada
burada şırıldayan dereleri, üzüm bağları, kısmi uçurumları ve yemyeşil dokusu
ile zorluğundan çok, güzelliği ile anılmayı hak ediyor. Zaten son tepeden
Vernazza’ya bakınca insanın hissettiği; yorgunluk değil, kanat çırpıp aşağıya
doğru uçma arzusu oluyor.
Vernazza, 1000 yıllık bir geçmişe, limanda 1300’lü yıllardan
kalma bir kiliseye, denize doğru inen yegâne ve çok güzel sokak-caddesinin sol
yanında, girişte kafayı vurmamak için eğilmek gereken bir mağaradan geçilip,
ulaşılan çakıllı bir plaja ve sanki süs olsun diye yapılmış bir limana
sahip. Sabah kahvaltımı bakkalda kuyruk
beklemek pahasına aldığım focaciacca, bacon, domates ve mozarella ile imal
ettiğim sandviçi limanda ayaklarımı denize sarkıtarak yaptım; kahveyi yandaki “cafe”den
2 € mukabilinde aldım.
Üç günde tam üç kez gittiğim Vernazza, Manarola’dan sonraki
en güzel köy bana kalırsa. Zaten bu iki köyün sayısız fotoğrafları uğruna, 2
yıldır taşıdığım yedek hafıza kartımı da paketinden çıkardım sonunda.
Yine trenler ve bir de tüneller hakkında
La Spezia’dan Genova’ya kadar olan yaklaşık 1 saat 40
dakikalık demiryolunun hilafsız yüzde yetmiş beşi tünellerden geçiyor. Arada,
dev bir kaşalot balinasının nefeslenmek için su yüzüne çıkışı gibi gün ışığına
çıktığında tren, inanılmaz bir deniz ve köy manzarası görünür gibi olsa da,
daha “aaa” bile diyemeden yeniden karanın karanlıklarına dalıyor
balina-trenimiz. İtalyan’ın biri çıkıp da “Tünelden çıkınca denizi göreceksin,
şaşırma!” diye bir dize yazmış mıdır, hiçbir fikrim yok.
Manarola, kayalıklar üzerine kurulu, insanda “Çılgın
bir sanatçı burada rengârenk kutuları üst üste koyarak sürrealizmin kayalık
doruklarında bir köy yaratmış!” intibaı
uyandıran, içinden araba yerine balıkçı
kayıkları geçen (Hemen her evin önünde yola park etmiş bir kayık var.) bir
diğer köy. Fotoğraflarda da görülen kayalık ve serin (Tahminen sonradan görme
zenginin havuzu kadar bir alan olduğu için kalabalık ama şaşırtıcı biçimde
sessiz ve huzurlu. ) denizine girip kulaç atabildiğim için kendimi gerçekten
şanslı hissediyorum. Bir de 15 €’ya
öksüz doyuran kıvamındaki bir tabak ahtapot-karides-kalamar-sardalye
kızartmasını tıka basa yiyip, bir şişe Moretti’sini içtiğim “il porticciola”da
gerçek bir tenor olduğunu düşündüğüm yaşlıca bir İtalyan'ın başka masadaki
güpgüzel bir sarışına ilanıaşk eder gibi söylediği şarkı, bütün bir kış boyunca
anımsayıp keyifle gülümsemek için yeter de artar bana.
Kesinlikle en çok beğendiğim ve ömrümün sonuna kadar -bu
durumda yukarısı şüphesiz ki bir 15 yıl bonus daha ilave ediyordur o ömüre-
yaşamak isteyeceğim bir yer Manarola.
Riomaggiore
Google’daki, deniz yönünden çekilmiş bir akşam fotoğrafına
vurulmuştum gitmeden önce: İki tarafta
yükselen ahşap panjurlu ve göz alıcı renkte intizamsız ama birbiri ile ahenkli
binalar, sokak lambalarının sarı ışıkları, üzerinde güzel sandalların park
ettikleri bir yokuş ve ön planda ışıklı bir deniz… Ve aslında tam da böyle bir
yer; İtalya’da gördüğüm en dar sokak da (Karşıdan gelen biri olunca geri geri
gidip bir kapı girintisine sığınmanız gerekiyor.) tartışmasız olarak bu köyün
bağrında bulunuyor. Yazık ki ben alacakaranlık bir saatine denk gelemedim; hep
takıntılı başağın geri dönme aceleciliği işte….Ve öyle bir fotoğraf çekmeyi
asla beceremedim.
En güzellik sırasında yeri bronz madalya.
Vernazza’dan
Corniglia’ya gitmek için trene bindiğinizde oturmanıza hiç gerek yok,
zira mesafe sadece 1 km; trenin kalkmasıyla durması bir oluyor. İnince köye
gitmek için bir yaya tüneline girip (Aynısı Riomaggiore’de de var.) epeyce
yürümek, sonra da tahminen 300 basamaklı bir merdiveni yavaş yavaş çıkmak
gerekiyor. Çünkü Corniglia kayalık bir tepede kurulmuş denize dokunamayıp ona
yutkunarak tepeden bakan bir köy. Başka bloglarda çok beğenildiği de yazılmış,
evet güzel ama bendeki sıralaması 5.lik.
Cinque Terre, yeniden görülmesi gerekenler listemde olmayı
sürdürecek daima. Gitmek için plan yapacaklara tavsiyem, onları çok
kıskandığımı bilmeleri ve Genova’ya uçup trenle Montresso’ya ulaşmaları ve
dönüşü de Floransa üzerinden, Bologna Havaalanı’ndan yapmaları.
Yazı Ve Fotoğraf
Selim Çokuğraş