Bel Obası, Sınır Yaylası

Köşe Bucak Dünya Dergisi için yazı yazmaya karar verdim lâkin nereyi yazacağımı bir türlü bulamadım. En sonunda da Giresun’un Sınır Yaylası’na bağlı Bel Oba’yı yazmaya karar verdim. Karar vermekte elime kalemi alıp yazmaya başlamak kadar zor oldu benim için.

Ailem ile birlikte Gebze’ye aile dostumuzu -Recep Amca ve Hatice Teyze- ziyarete gitmiştik. “Hep birlikte Karadeniz turu yapalım, bizim oraları da bir görün.” dediler. Bizde hızlı bir hazırlık yapıp düştük yollara.  Uzun bir yolculuğun sonunda birçok şehri görmüş ve gezmiştim. Giresun’u ise en sona bırakmıştık. Recep Amca’nın ailesi Bel Oba’da oturuyorlardı. Yaylaya varmak için dağları ve kıvrımlı yolları aştık. Bir tarafımız uçurum diğer tarafımız dağ olan bu ince uzun yolda araba ile adeta dans ediyorduk. Her adımımız ise “Karadeniz’desiniz” diyordu. Dağların arasından akan su her 2 kilometreye bir karşılıyordu bizleri. Bu uzun ince yolun sonunda iki gece kalacağımız yaylamıza vardık. Bizi karşılayan ise Recep Amca’nın ailesi ve yayladaki teyzeler oldu. Ben bu doğa harikasını görmek için biraz dışarıda durdum. Sisler altında olan bu yaylanın havasını içime çektim. Mevsim yaz olmasına rağmen havalar burada soğuk ve yağmurlu. Hava soğuk ve kararmaya başlayınca eve girip sobanın önünde ısındım. Haliyle yol yorgunu olunca da erkenden odalarımıza çekildik.

Ertesi sabah şiddetli bir yağmur beni uykumdan uyandırdı. Pencereyi açıp yağmuru dinledim ve ellerimin ıslanmasına müsaade ettim. Toprağın kokusu ruhumu doyururken midemi de doyurmam gerektiğini düşünerek kahvaltı sofrasına oturdum. Kahvaltıdan sonra yağmurun durduğunu düşünerek etrafı keşfetmeye çıktım. Yağmur ise şiddetini azaltmıştı ama ıslanıp da üşüyesiye kadar bunu fark edemedim. Sonuçta Karadeniz burası, yağmursuz olmaz. Sonra Hatice Teyzem bana seslenerek “Gel seni ben gezdireyim.” dedi. Ormana doğru birlikte yürüdük. Yaprakların altında ki kırmızı meyveler dikkatimi çekti. Dağ çileğiymiş bunlar. Hatice Teyze ile topladık bu çilekleri. Küçücükler ama damakta kalıcı bir tat bırakıyorlar. Çilekleri yiyerek eve doğru gittik. Ben bir banka oturdum, teyzem ise annemlerin yanına gitti. Ağaçtan yapılmış bankta dumanlı dağları seyre daldım. Rüzgârın esintisi, toprağın kokusu ve muhteşem manzara beni alıp uzak diyarlara götürdü. Burada kararımı verdim, burayı Köşe Bucak Dünya Dergisi’ne yazmalıydım. Uzaktan gelen çocuk seslerini de unutmamak lazım her biri yaylanın neşe kaynağı, bir kaçıyla tanıştım. Birlikte danaları sevdik. Bu doğal ortamda kimi zaman danaların peşindeler, kimi zaman civcivlerin. Bende çocukluğuma döndüm onlarla birlikte. Belki danalarla büyümedim ama çocukluk işte… Tanıştığım çocuklardan biri elimden tutup beni tekrar yaylada gezdirdi. Biz gezerken zamanın, nasıl akıp gittiğini anlayamadan hava kararmıştı ve evlerimize dönme vaktimiz gelmişti. Yaylanın bu sessizliği ile bende sessizleşiyorum; kafamı göğe kaldırıp bulutları ve görünen yıldızları seyrediyorum.

Sonraki sabahımız ise güneşin ilk ışıkları ile başladı. Bize tüm bu güzellikleri göstererek elveda diyordu sanki. Bulutların ve dumanların terk etmediği, yağmurun eksik olmadığı ve güneşin her yeri aydınlattığı bu yayladan ayrılma vaktimiz gelmişti. Daha başka yerleri keşfetmek için bizde düştük yollara…

 

Yazı Ve Fotoğraf
Begüm Baykal