
51
yaşındayım ve bisiklet, hayatımın son yirmi yılını önemli ölçüde etkileyerek
bir yaşam biçimi halini aldı. Aydın’ın incir, zeytin ve pamuk üreten bir
köyünde doğdum. Köyümüzde bisiklet evden bahçeye veya köyden ilçeye gitmek için
kullanılan en ucuz ulaşım aracıydı ve ben köyümüzde sınırlı sayıda da olsa bu
bisikletlerin varlığıyla büyüdüm. Bundan 30-40 yıl önce hemen hemen her çocuğun
bayram harçlıklarıyla ilçe merkezindeki kiralık bisikletlerle sınırlı alanda
tur attığı, bisiklet kullandığı yılların hazzını yaşadım. Oğlum olduğunda da bu
hazzı onunla yaşamaya ve paylaşmaya devam ettim.
Bisiklet
tutkusunu Türkiye’nin tüm kentlerinde doya doya yaşamak mümkün değil. Kent
içindeki ve dışındaki yolların bisiklet kullanımına uygun olmaması, yolu
paylaştığımız motorlu taşıt sürücülerinin bisikletlilere karşı davranışları fazlasıyla
riskler içeriyor. Bu nedenle yıllık izinlerimde uzun uzun, doyasıya bisiklet turları
yapmak amacıyla bilhassa engebeli olmayan arazileri, ülkeleri tercih ediyorum.
Bundan
iki yıl önce oğlumla birlikte Hollanda da 13 günlük bin kilometreyi aşan bir bisiklet
turu yaptık. Hemen hemen Hollanda’nın bütün büyük kentlerine uğradık; kuzeyden
güneye her yere gittik. Yüzlerce köyden geçtik, konaklamalarımızı kampinglerde
çadırlarımızda yaptık. Kişi başına da Türkiye’de yapacağımız tatilden daha az
para harcadık. Bu benim yurtdışında ilk uzun süreli bisiklet kullanma
deneyimimdi. Ülkedeki bisiklet yolları, yönlendirme ve bilgilendirme levhaları,
bisikletin önceliğine dair kuralların varlığı, bisikletle her yere gidebilme imkânının
olması... Oğlum ve ben harika bir deneyim yaşadık. Bu seyahat bize; Hollanda
halkıyla iletişim kurma, çeşitli kurumları, kırsal yerleşim yerlerini ziyaret
etme imkânı sağlamıştı.
Bu
deneyim, uzun süre bisiklet kullanarak beni fiziken zorlamayacak coğrafyalara doyasıya
seyahat etme hevesimi artırdı. Artık bundan sonra her yıl Avrupa ülkelerini en
az on gün bisikletle turlayıp en az maliyet ile bu tutkumu gerçekleştirmeye
karar verdim. Bu nedenle geçen yıl, yalnız başıma tekrar Hollanda’ya bisikletimle
gittim. Bu sefer ziyaret etmediğim küçük kentleri, köyleri ve Almanya sınırına
yakın yerleri tur programıma dâhil ettim. 11 gün boyunca doğu batı
istikametinde yaklaşık 800 km’lik bir tur yaptım. Bu turda da beni etkileyen manzaralar,
köyler, insanlar, nehirler, heykeller, müzeler, mekânlar oldu. Özellikle nehir
kenarında kurduğum çadır ve nehirin sesi beni çok etkiledi. Tüm bu
deneyimlerimi Kalkınma Atölyesi tarafından yayınlanan Ka Dergisinin onuncu
sayısında detaylı olarak paylaştım. www.ka.org.tr adresinin yayınlar kısmından da erişebilirsiniz.
Akabinde
çok detaylı araştırma yapmadan Hollanda’nın başkenti Amsterdam’dan
Danimarka’nın başkenti Kopenhag’a bisikletle gitmeye karar verdim. Yalnızca
Hollanda’nın bisiklet yolları ve kampingleri hakkında yeterli bilgim vardı.
Almanya’da bisiklet yolları ve yatırımlarının geliştiğine dair yazılar
okumuştum. Danimarka’nın bisiklet konusunda gelişmiş bir ülke olduğunu da
biliyordum. Ancak benim gideceğim rotanın güzergâhı konusunda herhangi bir
fikrim yoktu. Yalnızca Google haritada bisiklet rotamı belirledim ve 17 Haziran
2019’da yola çıktım.
Amsterdam’dan
bir bisiklet römorku satın aldım. Özellikle yemeğim için kullanacağım
malzemelerimi de satın alarak 19 Haziran’da Amsterdam’dan Kopenhag’a doğru
pedal çevirmeye başladım. Günde yaklaşık 80-100 km yol alıp aynı zamanda
gezilmesi gereken yerleri de gezerek çadır kamp alanlarında konaklamaya karar
verdim. Hava bulutlu ve zaman zaman yağışlıydı. Bir ara çok şiddetli yağmura ve
rüzgâra yakalandım. Epey ıslandıktan sonra bir köy mezarlığında kapalı bir yere
sığındım ve yağmurun dinmesini bekledim. Yağmurlu ve rüzgârlı havada bisiklet
kullanmak çok zor. Bulutlu havada ise harika. Yağmur yağdığı zamanlarda mola
vererek Amersfort’a vardım. Kamp alanları şiddetli yağmurdan dolayı çok ıslak idi.
Soest Köyü’ndeki ucuz bir hostel de beş kişilik bir odada kaldım. İkinci gün
yine hava koşullarından ötürü yola çıkamayıp hostelin yakın çevresindeki
gezilecek yerlere; Amersfort tarihi kent merkezine ve Hollanda’nın en büyük süt
ve süt ürünleri kooperatifi olan Campina Frisland’ın merkezine gitmeye karar
verdim.
Üçüncü
günün sabahı erkenden yola çıkıp Zwolle kenti yakınlarında bir aile tarafından
işletilen küçük bir kampingde konakladım. Buraya gelirken ormanların içinden
geçip Hollanda’nın meşhur bentlerinin üzerinde bisikletimle manzarayı seyre
daldım. Harika yollardan geçtim.
Genellikle
sabahları erkenden yola çıkıyorum. Mümkün olduğunca güneşin kavurucu etkilerine
maruz kalmadan bisikletimle yol almak istiyorum. Sıcaklığın arttığı saatlerde
de ya bir ağacın gölgesinde dinlenerek ya da kent merkezlerini gezerek vaktimi geçiriyorum.
Zwolle’den
yola çıkıp Almanya’ya geçmeden önce öğle saatlerinde Hollanda’nın tatil
beldelerinden biri olan Ommen kentine varıyorum. Orada bir Türk restoranında
harika bir döner yiyor ve sahipleriyle sohbet ediyorum. Dinlenmiş ve buzlu
suyumu da doldurmuş olarak oradan ayrılıyor, öğleden sonra da Almanya sınırını
geçiyorum. Bir ülkeden başka bir ülkeye ilk kez bisikletle geçiyorum ve ne
sınır kapısı ne pasaport kontrolü ne de başka bir şey. Artık bisiklet yolları
ve konaklama imkânları konusunda yeterince bilgi sahibi olmadığım bir
ülkedeyim. Amsterdam-Schipol havaalanında satın aldığım ve Avrupa ülkelerinde
2G ve 3G olan telefon kartımla iletişim kuruyor ve navigasyonu çalıştırarak
kalacak yer ve yol bulmaya çalışıyorum. Almanya’nın Wilsum Köyü’ne yakın yine
bir aile işletmesi olan kampingde konakladım. Yakınında küçük bir su kanalı var;
orada ördekler, su kuşları yüzüyor. Yemyeşil çimlerin üzerine çadırımı kurdum.
Duşumu aldım, yemeğimi hazırladım ve erkenden yattım. Çünkü gün içinde o kadar
yoruluyorum ki... Günde en az 4-5 litre su içiyorum. Avrupa’nın bu ülkelerinde
içme suyu için her çeşmeyi kullanmanız mümkün. Bu nedenle hiç su parası
ödemiyorum.
Sabah
erkenden yola çıkıyorum. Bu seferki hedef Loningen kentinin yakınlarındaki bir
pansiyon. Çünkü rotamın üzerinde ve yakın çevresinde hiç kamping yok.
Almanya’nın bu coğrafyasında büyük ölçekli tarlalar, petrol çıkarılan kuyular,
güneş panellerinden ve rüzgârgüllerinden üretilen elektrik tesisleri o kadar
çok ki... Almanya’nın elektriğinin yarısından fazlasını çevre dostu enerji
üretim tesislerinde nasıl ürettiğine şahit oluyorum. Çevremde patates, mısır,
buğday, arpa ve çeşitli yem bitkilerinde oluşan tarlalar var. Tarlaların
büyüklüğü o kadar ki, bazen sonunu görmekte zorlanıyorum. Çok az köye
rastlıyorum. Evlerin hemen hemen tamamı çiftliklerin içinde.
Yolda
pedallarken bir grup öğrenciye rastlıyorum. Öğretmenleri de bisikletli. Hep
birlikte bisiklet kullanırken hareket halinde sohbet etmeye başladık. Nereden
geliyorum, nereye gidiyorum. Hava çok sıcak. Yorulduğumu anladılar. Almanya’da
okullar hâlâ açık. Sekizinci sınıfa giden öğrenciler öğretmenlerinin eşliğinde
bisikletleriyle çiçek tozlarının çiçekleri ve bal arılarını nasıl etkilediğine
dair gözlem yapmak için uygulama tarlasına gelmişler. Beni bir kafeteryada
kahve içmeye davet ediyorlar. Yorgunluğum sıcağında etkisiyle o kadar belli ki,
Mappen kasabasında onlarla bir kahve ve buzlu su içiyorum. Bir saate yakın
sohbet ettikten sonra onlardan ayrılıp öğle sıcağında bir ağacın gölgesinde üç
saat dinleniyorum. Akşama doğru pansiyona varıp duşumu alıyor ve erkenden
yatıyorum. Almanya’da pansiyonlarda konaklamak otellere nazaran daha cazip hem
de çok ucuz. Bir de çok temizler.
Bundan
sonra ki hedefim Bremen kenti yakınlarında konaklamak. Çünkü her gün aldığım
yol beni bu kentin yakınlarına kadar getiriyor. Yine benzer coğrafya… Tarlalar,
tarlaların arasında ormanlar... Çevreye yayılmış rüzgârgülleri. Bremen, meşhur
Bremen Mızıkacıları’nın memleketi. Bilirsiniz, Grimm Kardeşler’in yazdığı, hayvanların
masalda konuşturulduğu türden bir masal. Fabl yani. Kentin yakınlarında harika
bir göl var, orada bir kampta konaklıyorum. Buradaki kamplar âdeta tatil
yerleri gibi. Özellikle emekliler karavanlarıyla buralara gelip günlerce
kalıyorlar. Benim gibi çadır kuran o kadar az ki... Böylece altıncı gecemi de harika
bir yerde geçiriyorum.
O kadar
erkenden yola çıkıyorum ki, Bremen henüz uyanmadan kentin merkezinden
geçiyorum. Kent yakınlarında bulunan ve çok yaşlı ağaçlardan oluşan kent ormanına
spor için gelenleri görüyorum. Kahvaltımı kampta yapmadığım için ormanda uygun
bir yer bulup kahvaltımı hazırlıyorum. Bu arada yakındaki dere kenarında
otlayan geyik yavrularını görüyorum. Kentin dibinde, güneş ışığının bile zor
girdiği böyle bir ormanda kahvaltı yapmayalı çok uzun yıllar olmuş. Hedefim
Almanya’nın ikinci, Avrupa’nın altıncı büyük kenti, aynı zamanda Almanya’nın en
büyük liman kenti Hamburg’a yakın bir yere ulaşmak. Orada da kamp yapacağım yer
maalesef yok. Bu yüzden Airbnb’den bir oda kiralıyorum. Ev sahibi ile yazışıp
akşama doğru evine varacağımı bildiriyorum. Ancak benim varacağım saatte evde
olamayacağını, bu nedenle anahtarı kapının yan tarafından bulunan çiçek
saksısının altına bırakacağını, ben vardığımda eve girebileceğimi bildiriyor. Bu
yöntem ne kadar da çok tanıdık geliyor bana. Eve varıyorum ve söylediği gibi
anahtarı orada buluyor ve içeri giriyorum. Duşumu alıp, odama yerleşiyorum. Ev
sahibi geç saatte eve geliyor. Kısa bir sohbetten sonra yatıyorum.
Artık
Hamburg’a, daha da kuzeye gitme zamanı. Güneş doğmadan yola çıkıyorum. Yaz
aylarında kuzeyde hava çok erken aydınlanıyor ve geç kararıyor. Evden o kadar
erken ayrılıyorum ki, güneşin doğuşunu yolda karşılıyorum. Bu ilk kez oluyor.
Ormanların içinden geçerken gündüz görmediğim tarla farelerini bisiklet yolunda
görüyorum. Gece kuşlarının seslerini duyuyorum. Uzun süre kırsal alanda yol
alıyorum. Kâh ormanların içinden kâh tarlaların kenarından. Ne insan görüyor ne
de bir araba ile karşılaşıyorum.
Nihayet
Hamburg kentine ulaşıyorum. Kente girmek için önce Elbe Nehri’ni küçük bir
feribotla geçmem gerekiyor. Geçtikten sonra kentin karmaşasına girmeden kıyıdan
ilerliyorum. Artık düz yollardan çok inişli çıkışlı yollarda pedallama zamanı. Çok
yorucu oluyor. Bu durum zaman zaman beni zorluyor. Kentin kuzeyinde Bad
Segeberg’e varmalıyım. Yolun uzun olduğunu biliyorum. Önce orta ölçekli bir
kasabada mola veriyorum. Bu kasabada bir Türk kuaför bir de Türk market
buluyorum. Marketten Kızılay maden suyu, Uludağ limonata, kuru fasulye konservesi
ve lavaş ekmeği alıyorum. Gıda takviyesi yaptıktan sonra inişli yokuşlu
yollardan Bad Segeberg’e varıyorum. Kent merkezinde biraz gezdikten sonra
merkeze biraz uzak olan harika bir pansiyonda konaklıyorum. Bugün oldukça fazla
yol almışım: 112 km. Çok yoruluyorum. Ayak kaslarım ağrıyor. Ancak biriken kirli
çamaşırlarımı da makinada yıkayıp bahçeye asmam gerekiyor. Onların rüzgârda
kurumasını beklerken uyuyorum. Sabaha ilk işim çamaşırları toplamak ve yola
çıkmak.
Dokuzuncu
gün... Almanların Ostsee dedikleri güney denizine ulaşacağım. Geçtiğim yollar o
kadar kırsal ki... Yollarda benden başka hemen hemen kimse yok. Bisikletimin
sorun çıkarmamasını diliyorum. Aksi durumda ne yapacağımı da bilmiyorum. Bazen
bisiklet yolundan ama çoğunlukla araç trafiğine açık yollardan gidiyorum. Telefonum
zaman zaman çekmiyor ve rotamı kaybediyorum. Sonunda denizi görüyorum. Kuzeyde
Güney Denizi’ndeyim. Şiddetli rüzgâr esiyor. Biraz denizi seyrediyorum. Rüzgârın
şiddeti ve suyun soğukluğu insanları denizden uzak tutsa da yazlık evlerinin balkonlarında
keyif yapıyorlar. Ben ise biraz dinlendikten ve manzarayı seyrettikten sonra
daha kuzeydeki bir kampinge doğru yola çıkıyorum. İnişli çıkışlı yollar beni
epey zorluyor. Cismar isimli bir köye geliyorum. Tesadüfen doğa tarihi müzesi karşıma
çıkıyor. Hemen köydeki bu müzeye giriyorum. Yetişkin giriş ücreti 3 euro.
Almanya’nın en zengin kabuklu koleksiyonuyla karşılaşıyorum. 40 yıl önce köyden
bir kadının başlattığı doğa tarihine ait materyallerden oluşturulmuş bir müze.
Üç katlı, onlarca odadan oluşan ve özellikle çocukların eğitimine katkı
sağlayan etkileyici özel bir müze. İki saatimi burada geçiriyorum. Aynı zamanda
yorgunluğumu da atıyorum. Tekrar yola çıkıyorum. Denizin kıyısında o kadar
büyük bir karavan kampingine geliyorum ki, şimdiye kadar gördüğüm en büyük
kamping alanı. Aynı zamanda da en pahalı kamping konaklamamı yapıyorum:18 euro.
Küçücük bir çadır için ödediğim miktar. Bunun üstüne duş almak için kullanılan bir
karta bir euro yüklüyorum. Bazı kamp alanlarında duş almak paralı. Ne kadar su
kullanıyorsan o kadar ödeme yapıyorsun. Benim duşlarım genellikle 30-40 sent
(kuruş) tutuyor.
Bütün
gece rüzgâr olduğu için deniz kıyısında olmama rağmen nemsiz bir ortamda
uyanıyorum. Artık onuncu gün. Almanya’dan Danimarka’ya geçmem gerekiyor. Önce
uzun bir köprüden Almanya’nın bir adasına geçiyorum. Oraya geçerken yolumu
kaybediyor, kendi kendime köprünün üstüne nasıl çıkacağımın yolunu bulup adaya
geçiyorum. Adaya geçtikten sonra bir pastanede kahvaltı yapıyorum. Buralarda
kahvaltı bir fincan kahve, iki küçük kurabiye. Fiyatı beş euro. Almanya’dan
Danimarka’ya feribotla geçmem gerekecek. Feribota nasıl binmem gerektiğini
bilmiyorum ve bilet almak için çeşitli yerlere gidiyorum. Ancak bir türlü doğru
yeri bulamıyorum. İlgiliye rastlıyorum ve ona feribota nasıl bineceğimi soruyorum.
Normal araçlar gibi sıraya girmem gerektiğini söylüyor. O arada bisikletle tur
yapan bir Alman çifte rastlıyorum. Onlar da benim gibi. Sıraya girip biletimizi
alıyoruz ve feribotu bekliyoruz. Beklerken bisikletle Avrupa turu yapan İsveçli
bir çift ile tanışıyorum. Deneyimlerimizi, nereden gelip nereye gittiğimizi
paylaşıyoruz. 45 dakikalık feribot yolculuğuyla Danimarka’ya varıyoruz.
Danimarka’ya
varır varmaz konaklayacağım yeri haritada işaretleyip rotamı belirliyorum. Rota
hep kırsal alandan geçiyor. O kadar uzun bir toprak yola girdim ki; ilk kez bu
kadar uzun süre toprak yolda pedal çevirdim. Bir köyün karşıma çıkmasını
bekliyorum mola vermek için. Uzun süre gittikten sonra bir yol kenarında piknik
yapıyorum. Karnım doyunca enerjim yerine geliyor ve uzun süre durmadan bisiklet
kullanabiliyorum. Adalardan, köprülerden geçerek yine deniz kıyısında
konaklayacağım kampinge geliyorum. Bir ara yol bakım çalışmasından dolayı rotamı
kaybetsem de, kısa sürede doğru yolu buldum. Konakladığım yerde mutfak
olanakları çok güzeldi. Yemeğimi yapıp erkenden yattım. Zaten geç yatmak mümkün
değil. Sıcakta, inişli çıkışlı yollarda bisiklet kullanınca hele bir de benim
yaşımda olunca yorulmamak mümkün değil.
Artık on
birinci gündeyim. Kopenhag’a çok yaklaştım. Bu gece Kopenhag’a yakın bir yerde
konaklamaya karar verdim ve rotamı ona göre belirledim. Hemen hemen her gün
rotamı bu şekilde belirliyorum. Amsterdam-Kopenhag rotası üzerinde 80-100
km’lik rotalar halinde öncelikle konaklayacağım yeri belirliyor ve ona göre
ilerliyorum. Ancak bu sefer yollar o kadar inişli-çıkışlı ki... Zaman zaman
bisikletten inip onu elle taşımak zorunda kaldığım anlar oluyor. Bu yolların
varlığından değil, benimle ilgili bir durum. Hem katlanabilir bisikletimin
ağırlığı hem de taşıdığım yükün fazlalığı ve de yaşımın gereği bu yokuşları
durmadan çıkmama engel oluyor. Yokuşu çıktıktan sonra iniş ise o kadar hızlı
oluyor ki; bazen çıkarken saatteki hızım 7-8 km’ye düşerken, inişlerde saatteki
hızım zaman zaman 30 km’ye kadar ulaşıyor. Bir de inişlerde rüzgârın güzelliği de
çok hoş…
Öğle
saatine doğru hem karnım acıkıyor hem de çok yoruluyorum. Orta ölçekli bir kent
olan Koge’ye varıp kent merkezinde yemek yemek ve dinlenmek istiyorum. Tesadüf
cumartesi günü kurulan semt pazarına denk geliyorum. Önce pazarı geziyor,
fotoğraf ve video çekiyorum. Pazarda nelerin satıldığına bakıyorum. Ağaçların
gölgesinde tıklım tıklım dolu bir kafeteryada yemek için sıraya giriyorum.
Danca bilmediğim için menüde ne olduğunu anlamıyorum. Siparişi vermek için
masada yemek yiyenleri göstererek ton balıklı sandviç istiyorum. Bir de soğuk
içecek. Fiyatı bilmeden verdiğim sipariş hayatımın en pahalı öğle yemeği
oluyor:26 euro.
Danimarka’nın
bana sürprizi. Tesadüfe bakın ki kafeteryanın yöneticisi bir Türk… Yemekten
sonra onunla tanışıyorum. Bana çay demletiyor. Uzun uzun sohbet ediyoruz.
Hayatın zorluklarından, Danimarka’ya nasıl geldiğinden söz ediyor. Yola çıkmam
gerekiyor. Kent merkezini biraz daha gezdikten sonra deniz kıyısından geçerek dümdüz
ovada yol alıyorum. Bu sevindirici bir durum. Çok yorulmadan denize sıfır bir
yerde kamp yapıyorum. Çok organize bir kamp yeri. Yolda geçireceğim son gece. Kampingde
Alman bir bisiklet gezgini, yine Alman bir gazeteci ve Hollandalı bisiklet
gezgini bir çift ile tanışıyorum, sohbet ediyoruz. Son gecenin hatırına geç
yatıyorum. Çünkü sabah erken kalkmak zorunda değilim. Kopenhag’a 20 km’lik bir
yolum kaldı.
Artık
rotayı bitirme zamanı. Geze geze Kopenhag’a giriyorum. Ucuz bir hostel de dört
kişilik odada bir yer buluyorum. Önce oraya gidip eşyalarımı bırakıyorum ve
hafiflemiş bisikletimle kenti gezmeye başlıyorum. Bu kente ilk kez geliyorum.
Dünyanın bisiklet konusunda en güvenli kenti olan ve Kopenhag İndex’inin de yaratıldığı
bir başkent. Bisikletle kentte dolaşmak tam bir özgürlük. Akşama kadar rotasız
ve serbest olarak geziyorum. Zaman zaman kayboluyorum. O zaman cep telefonundan
yönümü bularak kent merkezine geliyorum.
Hiç
düşünmeyin... Hemen bir bisiklet alın, malzemelerinizi temin edin ve mümkün
olan düz bir coğrafyada yola çıkın. Arınacaksınız... Hem de öyle bir arınacaksınız
ki; doğayı, coğrafyayı, kültürleri, insanları, hayvanları, ağaçları, toprağı,
suyu, rüzgârı her şeyi ile hissedeceksiniz. Haydi, yola çıkma zamanı…
Yazı Ve Fotoğraf
Ertan KARABIYIK