Engebeli, dar, virajlı kötü bir
yoldan sonra Kıyıkışlacık Köyü’nün tabelasını görmek içimize su serpiyor adeta.
Antik kentin kalıntılarını daha yolda görmeye başlıyoruz, sonra karşımıza bir
ayrım çıkıyor. Ya sola döneceğiz ya da düz devam eden küçük yolu takip
edeceğiz. Ben, düz yolu takip ederek İassos Antik Kenti’nin müzesi olarak geçen
Balık Pazarı’na giriş yapıyorum.
Strabon’un
anlattıklarına göre İassos toprakları çok bereketsizmiş, bu yüzden İassoslular
liman kenti olmanın getirdiği kudretle, balığa çok önem verirlermiş. Burası,
kentin sur dışında kalan ve aslında bir balık pazarı olmamasına rağmen öyle
adlandırılan yeri. 1960’larda İtalyan arkeologlar yanlışlıkla bu lokasyonu
balık pazarı olarak niteleyince, kimse de dönüp “yok yahu, burası biraz mezara
da benzemiyor mu hani mimarisi gereği” dememiş. Revaklarla çevrili kare alanın
ortasında bildiğimiz, tapınak biçiminde düzenlenmiş –kocaman- bir anıt mezar
yer alıyor. Balığın buradaki halk için ne kadar önemli olduğunu şimdi
anlayabiliriz belki biraz.
Bu
arada, mekanın dışında bir kulübe var ama, o kadar yalandan konulmuş ki, bekçi
–herhalde- beni kameralardan görünce arabasına atladı da geldi. Şimdi tekrar
arabaya atlayıp, asıl antik kent yerleşiminin olduğu yere sürüyoruz!
İassos
Antik Kenti canlı bir organizma gibi. Attığın her adımda estetiksel zevki bir
tık daha yukarıya taşıyarak, en tepede yer alan tiyatronun manzarasında
“eye-gasm” yaşatıyor adeta.
Şehrin
kapısından geçtikten sonra Bouleterion karşılıyor bizi. M.Ö. 4. Yüzyılda meclis
binası olarak inşa edilen yapı, M.S. 1. Yüzyılda küçük bir tiyatro olarak
kullanılmaya başlanmış. Bouleterion’dan Agora’nın sütunlu caddesine geçip
yürürken; hangi yapının nerede olduğu, neye benzediği, ne kadar yüksek veya
geniş olduğu o kadar belli ki, sanki gerçekten antik bir kent simülasyonunda
yürüyormuşsunuz hisleri size eşlik ediyor. Bazı antik kentler vardır, sadece
bir harabeyi anımsatır. Ancak İassos, siz yürürken sizinle yürüyor; bakarken
nefesinizin kesildiği taşlarıyla övünüyor.
Bütün
agorayı yürüyüp, bütün taşlara dokunup, onlarla konuştuktan sonra zeytin
ağaçları arasından yukarıda gördüğüm yapıya ulaşmaya çalışıyorum. Ama o kadar
dik ki bir yandan da dua ediyorum, umarım diğer tarafından bir inişi vardır
çünkü mümkünatı yok keçi gibi çıktığım bu yerden inemem. Nefes nefese
vardığımda yarımadanın diğer tarafı beni karşılıyor. Durduğum noktada ben yarım
adayım, yarım ada ben. En uçta sur duvarlarının geriye kalmış taşlarını
görüyorum ve zeytin ağaçlarını aşarak ulaşıyorum. Yine bilimum tırnak geçirme,
kendini yukarı çekme, bacak açma performansından sonra; Türkiye’nin en güzel
manzaralarından birine bakıyorum. Öyle bir noktada duruyorum ki; solum tiyatro,
sağım yerleşim yeri, karşım deniz, etrafım zeytin ağaçları, aşağısı uçurum. Ve
o anda oradan inmişim, ermişim, şu kayalardan huzura yuvarlanmışım, çok da
önemli değil.
Havanın
yavaş yavaş kararmasıyla, akropol tabelasını da takip edip inişe geçeyim artık
diyorum. Akropol lokasyonunda Orta Çağ’dan kalma bir kale duruyor. Bizans
döneminde Pers saldırılarına karşı inşa edildiği düşünülen kaleden yarım adanın
diğer tarafına bakma ve batan güneşin tadını çıkarma şansını yakalıyorum. Şimdi
hazırsan inişe geçelim, geçebilirsek tabii.
Sağa
gidiyorum, yol yok; sola gidiyorum, yol yok. Bir yanım diyor ki paşa paşa
çıktığın yerden ineceksin, diğer yanım tutturmuş illa vardır bir nokta. İnip de
geri çıkmak var bir de. İndiğin hiçbir yol, yola benzemiyor ki. Her an her
yerde bitebilir. O sırada kafam “günlük spor tik” işaretini verirken bir patika
görüp açıyorum kollarımı ve vuruyorum kendimi zeytin ağaçlarından aşağı.
4-5
dakika sonra; tüm gezide kafamdan milyonlarca düşünce geçmemiş, onca macera
yaşanmamış gibi sahilde yürüyor oluyorum herkesin içinde.
Yazı Ve Fotoğraf
Doruk Conker ŞAHİN