
Türkmenistan’ın
büyük kültürel mirasını ve geleneğini yaşatan festivallerden biri olan Aşkabat’taki
‘Ahal Teke At Bayramı’nın davetlisi olduğum andan itibaren Türkmenistan’ın
üçüncü büyük şehri ve tarihin mihenk taşı şehirlerden Merv’i görmek için
sabırsızlanıyordum. Ahal Teke At Bayramı’nın spor müsabakalarının yapıldığı gün,
müsabakaları izlemek yerine birlikte seyahat ettiğim arkadaşım Abdülmetin ile
Merv şehrine gitmeğe karar verdik.
Aynı gün içinde
yaklaşık 450 km yolu katedip tekrar geri dönmenin de oldukça yorucu bir
yolculuğu göze almaya değer bir durum olduğunu da biliyorduk. Ancak İpek Yolu güzergâhında
ve tarihin en önemli noktalarından birinde kurulmuş olan Horasan’ın merkezi Selçuklu’nun
başkenti Merv’i görmek her şeye değer diye düşündük.
Akşam üstü
otelimize gelen taksilerden biriyle sabah 05:30 gibi tarihin içine yolculuk
etmek üzere anlaştık. Günün yorgunluğu ile erken yatıp sabah 05.00 gibi
otelimizin lobisinde taksici arkadaşı beklemeye koyulduk. Yirmi dakikalık bir
beklemenin ardından şoför arkadaş Ataş geldi. Orada bizdeki gibi sarı renkli
taksiler yerine her araç taksi olarak faaliyet gösterebiliyor. Şoförümüz Ataş
beyin taksi olarak kullandığı araç da öyle sıradan bir araba. Bizde binip yola
koyulduk. Sabahın ilk ışıkları ile muhteşem beyaz şehir Aşkabat’tan tarihi Merv
şehrine hareket ettik.
Ataş bize
yol boyunca bazı yerleri gösterip izah ederek gördüğümüz büyük tören
çadırlarının hangi festivallerde milli gün ve bayramlarda kullanıldığını anlattı.
Murgap Nehri üzerinde, denizden yüksekliği 172 m., Karakum Çölü’nün ortasında Oğuz
Türkmenlerinin yaşadığı çöle ruh veren bir vaha şehir olan Merv aynı zamanda bugün
kardeş Türkmenistan Cumhuriyeti’nin ve Türk Dünyası’nın tarihi, kültürel ve manevi
mirasının en önemli temsilcisi olarak hayatiyetini sürdürmektedir.
Merv tarih içinde
Sasaniler, Abbasilerden sonra 11. yy da tamamen bir Türk şehri ve aynı zamanda Selçukluların
merkezi olmuştur. 12. yy başlarında Büyük Selçuklu Hakanı Sultan Sencer Dönemi’nde
ise başkent olmuştur. Daha sonraları ise sırasıyla şehir; Harzemşahların, Moğolların, Timurluların eline
geçmiş Safevi ve Özbek Türk İmparatorlukları arasında birçok çekişmelere sahne
olmuştur. 1884’te Rusların Türkmenistan’ı işgali ile bu tarihi şehrin parlayan
ışığının, geçmişinin ve kültürel mirasının, neredeyse bütün milli unsurlarının yok
edildiğini hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum.
3,5 saatlik
yolculuktan sonra şoförümüz Ataş; acıkıp acıkmadığımızı sorarak kahvaltı yapalım
dedi. Merv’de yapalım mümkünse bir iki saat daha sabredelim dedik, o da tamam
dedi. Ataş birilerine telefon ederek ‘İstanbul’dan misafirim var, kahvaltı
yapacağız.’ dedi. Konuştuğu kişi davet ediyor bizi, Ataş’ta bir buçuk saat
sonra orada evinde olabileceğimizi söyledi. Garip bir sevinçle ilk defa akraba
bir toplumun ev hayatına, yemek ve kahvaltı kültürüne tanık olup geleneklerini
gözlemleyecektik.
Yaklaşık
1,5-2 saat sonra Merv şehrine girdik. Saat 10.30 gibi şoförümüz Ataş beye bir
telefon geldi ve evin tarifini alıp biraz kent içine girdikten sonra ara
sokaklara daldık. Aşkabat’a göre çok farklı olan şehir tarihi kimliğinden çok
uzak lakin insanlar çok cana yakın, yardımsever hatta adres tarifi verip sizi
götürelim vb. tekliflerde bulundular, mutlu olmuştuk. Ataş bir yerde durdu, ‘isterseniz
inin biraz ayağa kalkın yürüyün, çok oturdunuz.’ dedi, indik, mis gibi ekmek
kokuları… Bir eski usul tandır fırını… “Nan” alacağız…
Farsçadan
gelen “Nan” ekmek demek; Türk ve İslam kültüründe kutsaldır, dolayısıyla onun
hazırlanışı, yapılışı, ikramı ve tüketimi her aşaması ile saygı ve hürmet gerektiren
belli ritüeller içermektedir. Çünkü nimettir. Türkmen’in sofrası ekmektir, ekmeği
paylaşmakla başlar ikram sofrada… Türkmen fırıncılar sıcakta terlemiş lakin
güleç yüzleriyle hoş geldiniz diyorlardı. O kadar seri ekmek yapıyorlardı ki
hayranlıkla izledik. Ekmeğin üzerine bir yüzeyi
çivilerden oluşturulmuş “çekiç”, “dürtgeç” de denilen ahşap kalıplarla şekil vererek ekmekleri süslüyorlar. Sonra
tandıra yapıştırılan ekmekler mis gibi kokular saçarak altın rengini alıp
kızarıyor. Bu ekmeklerden 5-6 adet alıp evin yolunu tuttuk. Ev sahibi sokak
başında bizi karşıladı ve hep birlikte dış kapıdan girip geniş bir avludan geçerek
evin içine buyur edildik.
Kaptanımız Ataş’ın dayısı olduğunu öğrendiğimiz aile büyüğü Hacı
Yusuf Amca bizi hazırladıkları mükellef Türkmen sofrasına davet etti. Ataş’ın
aldığı sıcak ekmekler, deve sütü kaymağı, bal, çay, meyve suları, kuru meyve,
üzüm ve derin taslarda ciğer haşlamayla hazırlanan bu güzel kahvaltıyı aksakalımız
Hacı Yusuf Amca’nın duasıyla bitirdik. Birer çay daha içip antik Merv şehrine
gitmek üzere ev sahibimiz Hacı Yusuf Amca’dan müsaade istedik.
2012 yılında Merv şehri ‘Bağımsız Devletler Topluluğu Kültür
Başkenti’ oldu. 2015 yılında TÜRKSOY’a üye ülkeler tarafından Eskişehir ve
Tataristan’ın Kazan şehrinin ardından ‘Türk Dünyası Kültür Başkenti’ seçildi. Aynı
zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde de yer alan bir şehir. Aracımızla şehir
trafiğinden çıkarak 3-5 km sonra antik Merv’in şehir surlarının yıkılmaya yüz
tutmuş kalıntılarına ulaştık. Aracımızı sağa çekip sur kalıntılarına doğru tırmanıp
birkaç fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. Divan-ı Lügat-üt Türk’te belirtildiği
gibi tarihi MÖ 3000 yıllarına dayanan ve büyük Türk Hakanı Afrasyab’ın kurduğu,
birçok medeniyete merkezlik etmiş bu antik şehir; sahip olduğu bu mümbit
kültürel miras ve Murgab Irmağı’nın getirdiği doğal zenginlikle Türk ve İran
tarihini çok yakından etkileyen bir yer olmuştur. Gözünüzün alabildiği her yer
bozkır… Uzaktaki küçücük noktalar antik şehrin kalıntıları... Büyük Selçuklu
Sultanı Sencer’in türbesi, kaleler, yakınlarda develer ile Merv şehri… 9. yüzyılın
başında İslam Halifeliğinin merkezi; 11-12. yüzyıllarda ise Büyük Selçuklu ile
en parlak dönemlerini yaşamış olmasına inanası gelmiyor insanın, müthiş bir
tezat, o görkemli medeniyetten geriye sadece uçsuz bucaksız bozkır kalmış.
Kaptanımız
Ataş’ın aşağıdan bağırmasıyla hayal âleminden çıkıp araca doğru yöneldik. Zaman
yok yolumuz uzun devam ettik. Yol boyunca sur kalıntıları bize bir süre daha
eşlik etti. Bir zamanlar ‘Şehirlerin Sultanı’ diye anılan antik şehre girdik.
Merv Türkistan’da tarihi İpek Yolu güzergâhındaki
merkez şehirlerarasında en eskisidir. Antik şehrin Ortaçağ’dan kalan surları ve
Şehriyar Erk Kurganı içinde barındırdığı kuleleri, kapı ve merdivenleri, galerileri,
mazgalları ile 11 ve 13. yüzyıl şehir savunma mimarisi bakımından bize çok
önemli fikirler ve detaylar verip çok güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Aracımızla yolda ilerlerken bize gittikçe
yaklaşan devasa bir yapı: Sultan Sencer Türbesi. Lakin biz büyük sultandan önce
Asya’nın ‘Büyük Kandili’ Türk Dünyası’nın
manevi mimarlarından Hoca Yusuf-u Hemedâni Hazretlerini ziyaret etmek istedik. Merv’e
gelmemizin en önemli nedenlerinden biri de bu büyük bozkırı vahaya çeviren
nefesi ziyaret etmek.
Asya’nın Büyük
Kandili Hoca Yusuf-u Hemedâni (KS)
Rahmetli babacığımın bazı
tasavvuf kitaplarında okuduğunu hatırlıyorum. Yusuf-u Hemedâni; orta boylu, buğday
benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât imiş. Elinde ne varsa fakir fukaraya verir,
kendisi kimseden bir şey kabul etmezmiş. Herkese karşı çok iltifat eder, yumuşak
ve merhametli davranırmış. Bu sözler çocukluk yıllarımda evliya menkıbelerinin
anlatıldığı Anadolu’da bir zamanlar yaygın olan sohbet odalarında hafızamda yer
etmişti. Belki de bugün burada olmamı sağlayan şey çocukken hafızama kazınmış
olan bir muhabbetin sonucudur... Aracımızı girişteki park yerine bırakıp
avludan büyük mutasavvıf Hoca Yusuf-u Hemedâni Hazretlerinin manevi huzuruna
doğru geçtik. Asıl adı Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî olan bu zat İmâm-i Azam
hazretlerinin neslinden olup “Silsile-i Aliyye” denilen dokuzuncu halkasıdır. Abdest
alıp mescit de iki rekât namaz kıldıktan sonra türbeyi ziyaret ettik. Sıcak, gün
çoktan öğleyi geçmiş lakin insanlar kalabalık gruplar halinde türbeye
gelmişlerdi. Yaşlılar, kadınlar, çocuklar, genç evliler, nişanlılar renkli
kıyafetlerle büyük Yusuf-u Hemedâni’nin manevi huzuruna gelip dua ve niyazda bulunuyorlardı.
Çölün ortasında bir vaha gibi Asya’yı aydınlatan büyük bir kandil Hemedâni
Hazretleri, onun ruhaniyetini hissediyorsunuz. Kuyusundan buz gibi suları içip diğer
kabirleri de ziyaret ettikten sonra ziyarete gelenlerin yemek ikramlarından da
aldık. Türkmen soydaşlarımızla sohbet edip huzurdan ayrıldık.
Kitabeden okuduğuma göre
1048 (H.440) senesinde Hemedan’da doğmuş. 1140 (H.535) da Herat’tan Merv’e
dönerken yolda vefat etmiş ve burada metfun edilmiş. Yûsuf Hemedânî, Türk Dünyası’nın
İslamlaşmasını Anadolu'nun Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlayan Yesevi’lik
ile Nakşiliğin kolbaşıdır… Türbede bize refakat eden dervişin anlattığına göre Hızır
Aleyhisselâm ile çok sohbet edermiş. Yetmiş yıla yakın insanlara doğru
yolu göstermekle uğraşmış. Yüzlerce talebe ondan ders almış. Abdullah-i Berkî,
Hasan-i Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik-i Goncdüvânî gibi Asya’nın öteki büyük
kandil velilerini yetiştirerek irfan ocağının ateşini yükseltmiş.
Büyük
Selçuklu Sultanı Sencer’in Türbesi
Antik Merv şehri özellikle Selçuklu Devri’nde
mimari, ilmi ve kültürel değerler bakımından istisnai bir yere sahiptir.
Restorasyonu 2002-2004 yılında TİKA
tarafından tamamlanmış olan Sultan Kale’de Sultan Sencer’in türbesi
bulunmaktadır. Bizans’a karşı kazandığı Malazgirt Savaşı (1071) ile Türklere
Anadolu’nun kapılarını açan Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın (Sultan Sencer’in
Babası) mezarının da Merv’de olduğu bilinmekte olup mezarın yerinin tespiti
için çalışmalar Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) koordinatörlüğünde
sürdürülmektedir.
Daha
büyük bir külliyenin bir parçası olarak inşa edilen Sultan Sencer Türbesi; oyma
sıva işçiliği ve duvar resimleri, zarif tuğlaları, iç tezyinat bakımından
Selçuklulara dair mimari bir şaheser olarak kabul edilmektedir. Sultan Sencer Türbesi, küp formunda çok sade bir
yapı. 17 m çapındaki kubbe bir zamanlar turkuaz renkli, çok güzel çinilerle
kaplıymış lakin şu an çok şey kaybolmuş durumda. Çevre yapılar, doğal afetler, muhasaralar
esnasında zarar görürken türbe üç metre kalınlığındaki duvarları, altı metre
derinliğindeki temelleri sayesinde günümüze ulaşmıştır. Ziyaret grupları, öğrenciler özellikle Büyük Hakan
Sencer’in türbesini ziyaret ediyorlardı. Oturup Kuran okuyan dua eden insanları
izledik bir müddet... Çöl sıcağında muhteşem bir akustiğe sahip serin bir mekân
Sencer’in türbesi… Biraz dinlendikten sonra dua edip Büyük Sultanın huzurundan
ayrıldık.
Antik Arkeolojik Park
Merv
bir nevi kaleler şehri olmuş tarihte… Yürüyerek bütün bir alanı keşfetmek
istiyoruz, tabi zamanı en verimli şekilde kullanarak. Kerpiç kalelere tırmanıp
kuş yuvalarını fotoğraflayarak bir zamanların ihtişamını düşledik. Bu büyük
eski şehrin vahasındaki kalıntıların tarihi 4000 yıl öncesine kadar uzanır. Son
iki bin yıl içindekilerin birçoğu hala dönemlerinin özelliklerini
yansıtmaktadır.
Günümüzde “Tarihi Merv”, Bronz
Çağı (Kelleli, Acı Köy, Taip, Gonur ve Togolok), Demir Çağ (Göbekli Tepe,
Tahirbey Tepe) ’dan kalma kalıntıları, tarihi şehir merkezi, Orta Çağ sonrası
şehri olan Abdullah Han Kalesi ile Sasanilerce 7. yüzyılda kurulmuş büyük ve küçük kız kaleleri, kerpiç duvarlarıyla 600 yıllık bir tarihe
sahiptir. Harap olmuş kalelere çıkıp resimler çektik. Erk Kale, Gaur
Kale ve Sultan Kale ya da Merv el Şahişan ile bir nevi kaleler şehridir. Buna
ilaveten
Muhammed İbn Zayd Türbesi, köşkler ve camilerde yer almaktadır. Ayrıca
birçok farklı dönemlerden kalma arkeolojik eserlerde (çanak, çömlek ve diğer
kalıntılar) burada bulunmaktadır. Şimdilerde
Türkmenistan’da kültürel mirasa sahip çıkma adına büyük bir koruma çalışması
başlatılmıştır.
Arkadaşım Abdülmetin ile
hızlıca büyük alanı gezip deve sürüleri arasından geçerken uzaktan bizi
develere karşı dikkatli olmamız için uyarıyor Ataş… Ana yola aracımızın yanına
geldiğimizde vakit ikindiyi geçmişti. Aracımızla Merv şehir merkezine dönerken
niyetimiz mümkünse Merv pazarına da bir göz atmaktı. Ataş doğruca pazar yerine
çekerken bizi, ‘biraz acele edin geç kalıyoruz, Aşkabat’a 5-6 saat yolumuz var.’
diye uyardı. Birkaç kare fotoğraf çekip pazarın renk cümbüşüne, satıcıların
telaşına daldık. Rengârenk kumaşlarla yapılan giysilerden tutunda sebze, meyve,
ekmek, baharatlar, şifalı otlar her şey bu kadim şehrin pazarında mevcuttu… Akşamın
kıyısına varırken şair Hâkim Senâi’nin şu dizelerini mırıldanarak tekrar
Aşkabat’a doğru yola koyulduk.
Alparslan’ın
göklere yükselen başın gördüm
Merv’e gel
ve onun toprak olmuş tenine bak
Ne kemerinin
üstündeki yıldız ne ay gibi parlak yüzü
Ne altındaki
at ne de elindeki dizgin kalmış.
Yazı Ve Fotoğraf
Salih DOĞAN